- Özeren Gökçe -
Zamansız Dinleti
Yeni Sesler Eşliğinde Bir Kaçış, Yeni Bir Sekme
- ŞEYMA TAŞEL -
Sekme Yayın Kurulu Adına
Sonbaharın gelişiyle şehrin değişen ve mevsimler ötesinde aynı kalan sesleri, bir geri dönüş ve başlangıç noktası olduğunu her döngüsünde hatırlatan Eylül, bir vakittir ertelenmiş veya yeni buluşmaları sarmalayan merak etrafımızda dolaşırken ortalıklara çıkıyor Sekme’nin yeni sayısı. Kulak verme, seslerin kaydını tutma ve varlığını duyusal kanallar üzerinden ortaya koyma eylemlerini ortak bir “kaçış noktası” olarak belirleyen bir topluluk olarak, her yeni sayının yayın sürecinde kaçış rotamıza dair parçalar buluyoruz. Her yeni Sekme’nin merceği, bizi bir araya getiren “kaybolmuş ve tekil” hallerimizden uzaklaştırıyor ve önümüzdeki yolların bulanıklığını temizliyor. Yeni oyun arkadaşlarımızın deneylerine eşlik ediyoruz.
Yayın kurulu olarak dördüncü sayımız “Etik Dinleme”yi de bu şekilde deneyimledik. Bu sebeple, üretime alan açmak, beraber üretmek gayesinde olduğumuz ve topluluğumuza dahil olan içerik üreticilerine, en çok da okurları olarak teşekkür ediyoruz. Kişisel bir seviyede çokça düşündüğüm bir diğer mevzu da bu sayının, birbirine duyulan merakın peşinde ortak ve ayrık birçok merakı keşfederek dinleme ve dinletme deneyini, senelerce bir kabin içerisinde ama her zaman mekansal sınırlamaların dışında yapma şansı bulduğum sevgili Suzi’nin editörlüğünden çıkmış olması. Dolayısıyla ona son birkaç ayın ötesinden gelen rastlaşmamızın, merakımızın ve hikayemizin en başına uzanan bir teşekkür uzatıyorum.
Her daim yeni seslere duyduğumuz merakla ve birbirimize kulak verecek olmanın heyecanıyla, 25 Eylül’de ilk “Sekme Buluşmacası”nda fugamundi evi’nde görüşmek üzere!
Yeni Sesler Eşliğinde Bir Kaçış,
Yeni Bir Sekme
- ŞEYMA TAŞEL -
Sonbaharın gelişiyle şehrin değişen ve mevsimler ötesinde aynı kalan sesleri, bir geri dönüş ve başlangıç noktası olduğunu her döngüsünde hatırlatan Eylül, bir vakittir ertelenmiş veya yeni buluşmaları sarmalayan merak etrafımızda dolaşırken ortalıklara çıkıyor Sekme’nin yeni sayısı. Kulak verme, seslerin kaydını tutma ve varlığını duyusal kanallar üzerinden ortaya koyma eylemlerini ortak bir “kaçış noktası” olarak belirleyen bir topluluk olarak, her yeni sayının yayın sürecinde kaçış rotamıza dair parçalar buluyoruz. Her yeni Sekme’nin merceği, bizi bir araya getiren “kaybolmuş ve tekil” hallerimizden uzaklaştırıyor ve önümüzdeki yolların bulanıklığını temizliyor. Yeni oyun arkadaşlarımızın deneylerine eşlik ediyoruz.
Yayın kurulu olarak dördüncü sayımız “Etik Dinleme”yi de bu şekilde deneyimledik. Bu sebeple, üretime alan açmak, beraber üretmek gayesinde olduğumuz ve topluluğumuza dahil olan içerik üreticilerine, en çok da okurları olarak teşekkür ediyoruz. Kişisel bir seviyede çokça düşündüğüm bir diğer mevzu da bu sayının, birbirine duyulan merakın peşinde ortak ve ayrık birçok merakı keşfederek dinleme ve dinletme deneyini, senelerce bir kabin içerisinde ama her zaman mekansal sınırlamaların dışında yapma şansı bulduğum sevgili Suzi’nin editörlüğünden çıkmış olması. Dolayısıyla ona son birkaç ayın ötesinden gelen rastlaşmamızın, merakımızın ve hikayemizin en başına uzanan bir teşekkür uzatıyorum.
Her daim yeni seslere duyduğumuz merakla ve birbirimize kulak verecek olmanın heyecanıyla, 25 Eylül’de ilk “Sekme Buluşmacası”nda fugamundi evi’nde görüşmek üzere!
Sekme Yayın Kurulu Adına
Editörden
- SUZİ ASA -
Donna Haraway’in seçme yazılarının olduğu Başka Yer (2010) kitabında da izi sürülebileceği üzere Haraway, düşünsel yolculuğunda sürekli “cömert bir kuşkuyla” duyusal bir tanık olma kabiliyetinin nasıl geliştirilebileceği üzerine düşünür durur. Onun bu incelikli kaygısı geçtiğimiz mayıs ayından beri önce bir süreliğine kendi dünyamda, ardından bu sayıyı doğuran içerik üreticileriyle etik dinleme ve merak duygusunu merkeze alan sorular üretmeye sebep oldu. Bu süreçte merak duygusunu bütün canlılığı ve taşkınlığıyla ortaya koyunca etrafına onu çerçevelemesini kıymetli bulduğum etik olanın nasıl yerleşebileceği üzerine düşünmeye başladım. Etikle merakın birbirlerinden azade olamayacağını düşünürken, merak duygusunun bazen tahakküm sahibi bir özneden taşan bir duyguya da dönüşebilme tehlikesini de akılda tutmam gerektiğini düşünüyordum. İçerik üreticilerime ulaşırken zihnimde şunlar dönüyordu: Sömürmeyen ve sessizleştirmeyen etik dinleme kanalları açmak günümüz toplumları için ne kadar mümkün? Egemen bakışın ve onun muktedir sesinin buyurduğu yönden gitmeyen, yaşamın birçok alanında tanık olduğumuz (örtük olanlar da dahil) şiddetlere sağırlaşmayan, fakat bir yandan da canlılığını yitirmeyen bir merak duygusu geliştirmek mümkün olur mu?
Tüm içerik üreticileri kendi üretim yolculuklarında etik dinlemenin türlü yollarından bahsederken üretimlerinde de etik kararlar alarak yol almanın nizamını da sorguladılar sanki. Fulden’in SPoD LGBTİ+ Danışma Hattında çalışan Deniz’lerin seslerini duyururken onların sesini kısmadan ama kimliklerini de açık etmeden aktarmanın yolunu kurması, Nursev’in AR enstalasyonlarını okuyucuların ‘evlerine’ dahil etmenin yolunu ararken türlü müdahale yollarından kaçınarak yol alması ya da Evrim’in metninde cömertçe bıraktığı sessiz boşlukları bence bu sorgulamaya iyi örnekler niteliğindeydiler. Bunun yanı sıra Eli’nin şiddetli bir gürültüyle dikilen teknofalluslarının paralelinde, Arek’in sesin ‘seyyal ve eklemlenen’ doğasıyla alternatif bilgi üretim ağlarının nasıl kurulabileceğine dair soruları bana göre benzer rotaların farklı yollardan izlerini sürüyordu. Burcu’nun Gaziosmanpaşa’daki Sarıgöl mahallesinin Roman müzisyenleriyle bezeli yolları arasındaki gezisi, Çisel ve Ozan’ın sabit bir mekâna çakılı olmayan ama bir o kadar da mekânlara yaslanan mahallelerin çok dilli gürültülerinden oluşan içerikleri farklı metodolojik yolları düşünmeye davet ediyorlardı. Pınar’ın özen ve bakım etiği düşlemi ve Berfin’in feminist sinemanın sınırlarını sesli olanaklarla genişletme tahayyülü ortak bir kaynaktan kuvvet alıyor gibiydiler. Ve Özeren’in bu yazın yangınlarının seslerinden ürettiği, sesin ve görüntünün birbirini kaçınılmaz olarak sekteye uğrattığı kapağımızla açılan sayımız, Asuman’ın naif göründüğü kadar düşündüren ‘duyduğuna inanma canavarı’yla kapandı. Şimdi, burada birbirine örülü gibi tariflemiş olsam da tüm bu açılan ve böylece duyurulan sesli olanakları tartışan üreticiler ve üretimleri biricik. Yine de bir araya gelişleri benim için (ve umarım sizler için) bir hediye niteliğinde.
Bana öyle geliyor ki, etik bir dinleme uğraşı vermek ötekinin zamanını dinlemekle ilişkili bir eylem. Öteki bazen susturulan bir dil, bazen ikili cinsiyet sistemi dışında kalan bir özne ya da bazen insan dışı bir tür. İçinden geçtiğimiz bu zamanlarda biraz ötekinin dünyasını görebilme gözlükleri edinmek ve belki bunun için yeni sözlük icatlarına girişmek adına alternatif akustik konumlara ihtiyaç duyduğumuza inanıyorum. Cömert bir dinleme uğraşı veren herkese, bu sayıyı benimle doğuran çok kıymetli üreticilere ve bu uçsuz bucaksız alanı açan sekme ekibine çok teşekkürler…
Suzi
Duyulanın Ötesine Yolculuk
- ÇİSEL KARACEBE & OZAN ÖZVATAN -
Çisel Karacabe
Bu metin 2018-2021 yılları arasında biriktirdiğim seslerle kurguladığım bir anı arşivinin içinden seçilen seslerin bana hatırlattıklarından yola çıkarak kendi kulaklarımla yaptığım bir karşılaşma ve yeniden kulak verme sürecini içermekte. Bu sesler ve hatırlattıkları benim anılarım olduğu kadar – ve belki de ötesinde- başkalarının da anıları; ancak sesin çok yönlü yapısı gereği ses yalnızca kaynağı ile değil sesi duyan kulaklarla da oldukça yoğun bir temas içinde. Bu nedenle sesler, kollarını açarak beklemeyi “tercih eden” kulakların beklenmedik bir misafiri haline gelebiliyor.
Dinlediğiniz seslerin hiçbiri kaynağından izin alınarak kaydedilmedi, kimi zaman yalnızca bir sese odaklanarak kayıt aldığımı düşünsem de kaydı tekrar dinlediğimde aslında arka planda kulak ardı ettiğim pek çok sesin olduğunu fark ettim. Kaydı aldığım anda peşine düştüğüm sesin izinde gitsem de sonraki dinlemelerde başka seslerle yaşadığım karşılaşmalar oldukça heyecan vericiydi. Hatta kimi kayıtlarda bu beklenmedik sesler hiç de hak etmedikleri şekilde kaydın peşine düştüğü ses sonlandığı için yarıda kesiliyor ve bu durum bende heyecanla okuduğum bir romanı tamamlayamamak ya da severek dinlediğim bir müziğin beklenmedik bir sesle bölünmesi gibi bir his uyandırıyordu.
Seslerin hissettirdiği duygular ise beni kulakların önyargısı (1) üzerine düşünmeye itti. Kaydettiğim sesler çoğu zaman gündelik hayatta duymayı beklemediğim ve sesle karşılaşma esnasında kulaklarımı olabildiğince açabildiğim seslerdi. Seslerden biri benim için beklenmedik olduğu kadar ürkütücüydü de ve tam bu his beni kulaklarımın önyargısı ile bir masaya oturmaya davet etti. Neydi bu sesteki beni ürküten şey? Bilmediğim bir dil olması mı? Sesin yüksekliği mi? Sabahın çok erken bir saatinde duyduğum için uykudan yeni uyanmanın getirdiği sersemlik mi? Bilmediğim bir dilde olan bu haykırışların bana hatırlattıkları mı ya da acaba bu haykırışlarda herhangi bir payım olabilir mi diye düşünmem mi? Bu soruların net bir cevabı var mı emin değilim ancak bu metni yazma deneyimi zihnimde açtığı daha pek çok soruyla kulaklarımın hisleri üzerine yaptığım bir yolculuk gibi.
Aynı zamanda birbirinden bu kadar farklı seslerin ve an(ı)ların bir kurguda art arda nasıl geleceği de başlı başına alınması zor kararlardı. Ben kendi an(ı)larımdan ve farklı mekânlardaki farklı zamansallıklardan yola çıktım; ancak bu kurgunun yalnızca bir versiyonu elbette. Bu seslerin farklı şekillerde nasıl bir araya gelebileceği üzerine düşünmenin farklı bir kulak önyargısı ve duyma hiyerarşisi örneği olabileceğini düşünüyorum. Ben sesleri bir araya getirirken öncelikle bu sesleri yaşadığım anlara geri dönerek zamansal bir kodlama yaptım ardındansa bu seslere duyduğum mekânlar üzerinden kendimi hayali bir geziye çıkardım. Bu hayali gezinin rotası, kaydetmediğim ama işittiğim farklı sesler, bu seslerin diğer duyular üzerindeki çağrışımları ve kurgu tamamlandıktan sonra tüm sesi dinlerken zihnimdeki tezahürü oldukça kıymetli bir oluş haliydi.
Kulağın Önyargıları
2014 yılında The Moving Museum İstanbul sergisi kapsamında Güneş Terkol ve Deniz Ulusoy ses üzerine bir atölye çalışması yapmaya karar verdi ve bu çalışmadan önce akıllarında şöyle sorular olduğunu belirttiler; “Duyuyoruz ama neyi dinliyoruz, kendi sesimizi bastıran seslerle mi oyalanıyoruz, kulağımızın önyargıları var mı, bunlar neler olabilir…” (Terkol & Ulusoy, 2018). Bu soruların her birinin değeri bir yana “kulağımızın önyargıları” üzerine düşünmek başlı başına etik bir dinlemenin merkezine oturacak tartışmalardan birini açabilir. Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri adlı kitabında görmenin yalnızca gözlemcinin duyusu olduğundan ancak işitmenin bir bağ ve dayanışma duygusu yarattığından bahseder (Pallasmaa, 2011). Sesin çok yönlü ve varlığımızın içinden gelerek bizi aşan yapısı (Dolar, 2013) içsel bir deneyimin dış dünyayla kurduğu köprüyü çağrıştırıyor; ancak kulağın sesleri karşılayan ve saran bu yapısı dinleme faaliyetinde sesler arasında bir hiyerarşi kurmadığımızı ya da “kulağımızın önyargıları” olmadığı anlamına gelmiyor.
Ben de kendi kulağımın önyargılarını keşfetmek için çıktığım yolculukta kaydettiğim seslerin bir kılavuz olabileceğini düşündüm ve arşiv seslerimi incelemeye başladım. Bir yandan da zihnimde kulak üzerine kullanılan deyimler dolaşıyordu. Arşivdeki sesleri deyimler üzerinden nitelemeye çalışmak ve aynı zamanda seslerin kayıt anlarına gitmek benim için keyifli bir egzersiz gibiydi. Kulaklarımın günlük hayatta duyduğumuz onca ses arasından hangilerini “kayda değer” bulduğu kulaklarımın önyargılarını keşfetmek açısından da anlamlı bir çalışma gibi görünüyordu.
Söz öbeklerinin seslere, seslerin duygulara, duyguların yerlere, yerlerin an(ı)lara ve kimi zaman hepsinin birbirine dönüştüğü bu kayıtları dinleme aşaması benim için kendi yaşamımda sıçramalar yaşamama neden oluyordu. Bu arşivin bir kısmı oldukça tozluydu ancak bugüne doğru yaklaşmak ve taze olanı tazelemek fikri daha hoşuma gitti. Bu sesler herhangi bir günün herhangi bir saatinde “kayda değer” olduklarını bana hissettirdiyse muhakkak ‘kulak verdiğim’ seslerdi. Arşivde uykumun derinliklerinde dışarıdan gelen ve aşina olmadığım bir dilin haykırışlarıyla ‘kulak diktiğim’ bir ses de vardı, yıllar önce gittiğim bir gezide ‘kulağıma dolan’ ve kaydını alamadığım, yıllar sonra arkadaşımın oraya gittiğini duyunca aklıma ilk gelen anı olarak kaydetmesini rica ettiğim bir ses de. Birden hayatımızı keskin bir şekilde değiştiren bir mart gününün ardından bindiğimiz her taşıtta ‘kulağımıza çalınan’ sesler de vardı, daha önce hiç gitmediğim küçük bir kasabada ‘kulak kabarttığım’ hoparlörden yükselen ses de.
David Hendy John Cage’e atıfta bulunarak nerede olursak olalım duyduğumuz çoğu şeyin gürültü olduğundan ve bu gürültünün duymazdan gelindiğinde rahatsız eden, dinlenildiği zamansa büyüleyici olan yapısından bahseder. Cage duymazdan gelinen bu seslere kulak açıldığında bizi teğet geçen bütün bir insani tecrübeler yelpazesiyle yeniden bağlantı kurmaya başladığımızı ima eder (Hendy, 2014) ve “büyüleyici” olan tam da bu kulak ardı ettiklerimizle olan karşılaşma anıdır. Çoğu zaman beklenmedik bir şekilde kulaklarım tarafından karşılanan bu sesler bana çeşitli an(ı)ları hatırlatsa da bu an(ı)lar elbette yalnızca bana ait değildi. Seslerin kaydedildiği anlar kiminin işi, kiminin sabahın erken saatlerindeki haykırışları, kiminin arkadaşlarıyla sohbet ettiği bir anın parçasıydı; ancak ben de bu seslere kulağımı açarak farklı insanların tecrübelerine de kucak açmış oldum. Bu tecrübelerin kendi tecrübelerimden uzak olduğunu düşündüğüm noktada bir “tekinsizlik” hissiyle kulaklarımı olabildiğince kabartmaya çalıştım, aynı masada oturduğum bir topluluk bilmediğim bir dilde iletişim kursa bile bu sesler bana keyif veren bir melodi gibiydi. İşte tam bu noktada kulağımın önyargıları üzerine düşündüğüm yol açıldı. Bu açılan yol henüz yüzleşme deneyimini tattığım ancak bundan sonra her zaman zihnimin bir köşesinde yer alacak bir köşe taşı niteliğine sahip.
Sonuç Yerine
Ses arşivlerini kurcalamakla başlayıp kendi yolculuğumda zıplamalarla devam eden, seslerden yola çıkan hayali rotalara ve sonrasında dile yerleşmiş söz öbekleriyle birlikte ses, dil ve düşünce arasındaki kuvvetli bağı hatırlatmaya çalışan bu metin sanırım her şeyden önce kendi kulağımı anlamaya çalışmanın emekleme adımları. Dinlenilen ya da kulak ardı edilen seslerin tümü bizim kendi oluş halimize, yakalayabildiğimiz ya da teğet geçtiğimiz deneyimlere ya da duygularımıza bir ayna tutmak gibi.
Dinlediğiniz ses ve okuduğunuz metin aracılığıyla kendi yaşamıma dair “gürültüleri” teğet geçmeyip son derece öznel olan bu karşılaşmayı yaşamak oldukça kıymetli. Hepimizin birbirinin seslerine kulak misafiri olarak “büyülendiği” sonsuz an(ı)lara kavuşmayı beklemek ise oldukça heyecan verici.
1 Bu kavram metnin ilerleyen aşamalarında sözü edilecek Güneş Terkol ve Deniz Ulusoy tarafından yapılan bir ses atölyesinin hazırlık sorularından alınarak kullanılmıştır.
Başvurular
1 Dolar, M. (2013). Sahibinin Sesi. İstanbul: Metis Yayıncılık.
2 Hendy, D. (2014). Gürültü Sesin Beşeri Tarihi. İstanbul: Kolektif Kitap.
3 Pallasmaa, J. (2011). Tenin Gözleri. İstanbul: YEM Yayın.
4 Terkol, G., & Ulusoy, D. (2018). Ses Üzerine Bir Atölye Çalışması. MSGSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 79-81.
Dinlemenin Politik Biçimleri Üzerine: Gaziosmanpaşa Sarıgöl Mahallesi Örneği Üzerinden Kentsel Yenileme Projeleri ve “Akustik Topluluk” Kavramını Yeniden Düşünmek
- BURCU YAŞİN -
2018 yılında çevirmenlik yaptığım bir belgeselin çekimleri esnasında Roman dansçı Reyhan Tuzsuz, Sarıgöl mahallesinde süregelmekte olan yıkım sürecini aktarırken artık düğün seslerinin duyulamaz bir hale geldiğine dikkat çekip, bir ses yolu ile bilme ve haberdar olma haline referans vererek, pek de farkında olmadan Barry Truax’ın “akustik topluluk” (Truax, 1984) kavramına atıfta bulunuyordu. Bu anlamda Reyhan Tuzsuz’dan duyduklarım, ses çalışmaları alanında emek göstermekte olan bir birey olarak beni o kadar heyecanlandırmıştı ki, çekim sonrasında -şimdilerde benim için Reyhan abla olan- Reyhan Tuzsuz’a gidip, mahalleyi ziyaret etmek istiyorum deyivermiştim.
Böylece, diyebilirim ki Reyhan Tuzsuz’un gündelik iletişim mekanizmasında “sessel” bir değiş-tokuş halini işaret ettiği cümlesinden hareketle, 2018 yılının mart ayından başlayarak 2019 yılına kadar devam eden, bolca ara yön ve na-ikililikler arasında gidip geldiğim bir süreç benim için başlamış oldu. Mahalleye kulak verdiğim bu süre zarfında alanın asla ön göremediğim -iyi ki- getirileri, Reyhan ablanın aktardıklarından çok daha öte noktalara gitmemi sağlayarak, beni kentsel yenileme projelerinin “sessel” dönüşümüne odaklanarak, dinlemenin politik haline dair düşünmeye teşvik etti.
Belirtmeliyim ki bu yazıya konu olan, kentsel yenileme projelerinin müzikal aktarım ve müzisyenliğe olan etkilerini fark etmem de yine böylesi beklenmedik bir anın getirisi sonucudur. 2019 yılının Nisan ayında Müzisyenler Kahvesi’ne Sarıgöllü müzisyenlerle ayrı ayrı görüşme yapmak üzere gittiğim bir günde, durumun bir anda grup görüşmesine dönüşmesi üzerine müzisyen Aydın mahallenin kentsel yenileme projeleri öncesi haline işaret ederek şu cümleyi kurdu:
Kapı önünde çocuklar çalarken, gelenler para atardı. Tabii heves ederdi çocuklar. Kentsel dönüşüm mahvetti bizi, yine olur elbette ama eskisi gibi değil. Ustalar da gitti çocuklara örnek olacak kimse yok. Hem sen söyle ben şimdi TOKİ’de çocuğa nasıl öğreteyim. Çalınca hemen yan komşu “dan dan” vuruyor duvara. Böyle olunca eskisi gibi müzisyen yetişmiyor tabii (04.04.2019).
Aydın’ın cümlesi kentsel yenileme sonrası ustaların yokluğunu vurgularken bir yandan da mekânsal dönüşümlerin nesiller arası müzikal bilgi ve repertuar aktarımındaki etkisine dikkat çekerek, kentsel yenileme ve kent çalışmalarına dair pek çok soruyu akla getiriyordu. Kent ortamında altyapısal koşulların müzikal aktarımdaki yeri nedir? Bir kentsel yenileme projesi görsel bir “estetize” etme kaygısının ötesinde neleri vadeder? Kentsel yenileme adı altında gerçekleşen soylulaştırma projelerinin duyusal etkileri nelerdir? Bu bağlamda kentsel yenileme projelerinin bir sonucu olarak hangi sınıfların sesi gündelik pratikte baskınlaşırken, hangilerininki sessizleştirilir?
Bu soruların ışığında bu yazıda, Gaziosmanpaşa Sarıgöl mahallesinde devam etmekte olan kentsel yenileme projelerinin burada yaşayan Roman toplulukları sessizleştirme sürecine odaklanarak, bu projelerin “sessel” boyutuna dair bir izlek sunuyor olacağım. Bu anlamda, kentsel yenilemenin de ötesinde bir “akustik soylulaştırma” (Kusiak, 2014) olarak işlev gören bu süreci ele alırken, gündelik pratiklerinde ses ve müziği, kimlik ve aidiyetlerinin ve iletişimlerinin bir parçası olarak işlevselleştiren Sarıgöllü Romanları ses çalışmaları literatüründeki “akustik topluluk” konsepti üzerinden, bu terime eleştiri getirerek kavramsallaştırıyor olacağım.
Romanlara dair yapılmış gerek akademik çalışmalarda gerekse gündelik söylemde müzik ve icracılık topluluğun kimliğinin en önemli parçalarından biri olarak belirir. Gündelik pratikte bu söylem kendisini “çalgısız yaşayamaz ölürler” gibi klişe tabirler üzerinden kurgularken, literatürde Roman müziği tanımının net bir biçimde sınırlarının belirlenmemiş olmasına karşın, topluluğu farklı disiplinlerden ele alan çalışmalar, müziğin kimlik ve aidiyet inşası ve bireyler arasındaki iletişim kurucu yanına referans vererek ortak bir düzlemde buluşur.
Burada müziğin ve müzisyenliğin Roman gündelik pratiği ile uzun yıllar kurguladığı ilişki devreye girmektedir. Carol Silverman, Romani Routes: Cultural Politics and Balkan Music in Diaspora isimli çalışmasında Romanların müzik ile neredeyse eş anlamlı olarak tanımlanmasına gerekçe olarak müziğin 15. yy’dan beri bu topluluğun en eski meslek kollarından olmasını gösterir (Silverman, 2011, s.21).
Sonia Seeman da Silvermann’a benzer bir biçimde You’re Roman!’ Music and Identity in Turkish Roman Communities adlı çalışmasında müziğin Romanların pratik ettiği en eski meslek kollarından biri olduğunun altını çizerek 17. yy’da İstanbul Balat’ta yaşayan Romanların çoğunlukla müzikli eğlencelerde yer aldıklarını belirtir (Seeman, 2002, s.136).
Bu noktada, müziğin en eski pratiklerden biri olmasının sebepleri arasında, Romanların göçebe yaşam pratiklerini uzun yıllar sürdürmüş olmaları belirmektedir. Zira bu sebeple, yerleşiklik gerektiren tarımsal faaliyetlere yönelemeyen Romanların, müzik, mevsimsel işçilik, kalaycılık, sepetçilik gibi meslek kollarında hizmet vermeyi bir strateji olarak benimsediği görülür (Silverman, 2011, s.8).
Aidiyet ve kimlik inşanın da ötesinde literatürde müziğin Romanlar için bir diğer önemli işlevi ise müziğin gündelik pratikteki mesaj taşıma fonksiyonu olarak belirmektedir. Buradaki mesaj taşıma iki taraflı prensibe tabidir; Romanlar yalnızca topluluk içinde değil aynı zamanda çoğu kez aynı mekânı paylaştıkları Roman olmayan bireylere de müziği bir iletişim aracı olarak kullanarak mesajlarını taşırlar. Mesaj bu bağlamda, mekandaki varlığını ses yolu ile ifade etme haline tekabül eder. Gündelik pratikte ses çıkartmak, müziğini icra etmek, Roman havası dinlemek, düğünleri dışarıda pratik etmek bir nevi ses yolu ile “buradayım” deme haline işaret eder.
Bu noktada, Charles Keil, Angeliki Keil, Dick Blau ve Steven Feld Bright Balkan Morning: Romani Lives and the Power of Music in Greek Macedonia isimli çalışmalarında tam da müziğin mesaj taşıyıcı yanına vurgu yaparak, müziği Roman toplulukların gündelik pratiğinde ―ötekilere karşı bir hayatta kalma mesajı ve stratejisi olarak kavramsallaştırıp şu şekilde belirtirler;
“İki zurnadan gelen keskin sesler ve davulun tıngırtıları ve gümbürdemeleri sokağı dolduruyor. Dünyaya bir mesaj gönderiyorlar: kutlama devam ediyor! Zurnacılardan biri melodiyi çalarken diğeri dem sesini tutuyor, zurnacılar, kutlayanların birbiri ardı sıra kendinden geçercesine dans ettiği meydana yönlendiriyor müziği.” (Keil, Keil, Blau ve Feld, 2002, s.89)
Denilebilir ki Romanlar için müzik salt bir meslek kolu ya da eğlence aracı olmaktan öteye geçerek gerek iletişim aracı gerekse topluluk için birleştirici bir işlev görüp, “varız” deme halinin akustik haline tekabül eder. Bu noktada müziğin Roman gündelik pratiğinde neredeyse bir iletişim aracı halinde kullanılması ilk etapta, soundscape çalışmaları alanından Barry Truax‘ın Acoustic Communication kitabında ele aldığı “akustik topluluk” kavramını akla getirir.
Barry Truax 1984 yılında yayınladığı Acoustic Communication isimli kitabında “akustik topluluğu” iletişim çalışmaları perspektifinden ele alarak, bilginin gündelik pratikte bireyler arası karşılıklı değiş-tokuşuna tabi bir sistem olarak tanımlar:
[Akustik topluluk] akustik bilginin mahalle sakinlerinin hayatının her alanına nüfuz ettiği her türlü ‘soundscape’ den oluşur (bu halkın ortak niteliklerinin nasıl anlaşıldığından bağımsız olarak). Bu sebeple, topluluğun sınırları keyfidir; bir oda dolusu insan kadar küçük olabildiği gibi, bir daire, ev veya bina; bir kent topluluğu, bir frekans ağı veya herhangi bir elektro-akustik iletişim sistemi kadar büyük de olabilir. Özetle, akustik bilgilerin karşılıklı değiş-tokuş edildiği herhangi bir sistemdir (Truax, 1984, s.58).
Truax bu tanımıyla R. Murray Schafer’ın, görülebilir nesneler yerine duyulabilir olayların oluşturduğu akustik bir çevre olarak tanımladığı soundscape kavramını (Schafer, 1994, s.7), iletişim teorisi üzerinden kurgulayarak, doğrudan akustik topluluk olarak kavramsallaştırır ve soundscape’i karşılıklı bir değiş-tokuş fikrine yaslayarak, gündelik pratikte bireyler arası dinamikleri, ilişkilenmeleri bu akustik çevreye dahil eder. Fakat buna karşın yine de Truax’ın tanımı World Soundcape Project (WSP) bünyesinde birlikte üretim yaptığı meslektaşı Schafer’ın etik bir ideale dayandırdığı soundscape tanımından çok da öteye gidemez ve hi-fi bir ses ortamının idealize edilerek lo-fi ses ortamına tercih edildiği bir sisteme takılıp kalır.
Truax’a göre hi-fi bir ses ortamında arka plandaki “gürültü” seviyesi az olacağı için sesler kolaylıkla ayırt edilebilmekte ve ses yolu ile gelen mesajlar ve bilgiler kolaylıkla algılanabilmektedir. Lo-fi bir ortam ise bunun tam tersi bir sistem sunarak seslerin ayırdını zorlaştırarak, iletişimi sekteye uğratır ve bilgilerin net bir aktarımını engeller. Ses ortamının böylesi net çizgilerle ayrıldığı bir sistemde iletişimi bozan, sekteye uğratan her ses “istenmeyen” olarak etiketlenerek soundscape’ten savuşturulmaya tabidir.
Öyle ki, böylesi bir sistemde “gürültü” akustik topluluk için tehdit edici bir unsur haline gelebilir, bu noktada Truax şu şekilde belirtir: “gürültü bir akustik topluluğun düşmandır.” (Truax, 1984, s.58). Bu ifade tam da Sarıgöl’de yaşayan Romanların “akustik topluluk” konsepti ile çelişmeye başladığı bir nokta olup, Truax’ın “akustik topluluk” tanımına hangi sınıfsallıkları dahil edip, hangi sınıfsallıkları bu topluluktan dışladığını sorgulama gerekliliğini ortaya çıkartır. Zira Sarıgöl’de yaşayan Romanların gündelik pratiğinde bazı sesler anlamlı bir ses sinyaline dönüşüp, mahallenin iletişim dinamiklerinde önemli bir yer tutsa da- örneğin icracıların sesi, Roman olmayan bireyler tarafından bu seslerin çoğunlukla gürültülü olarak etiketlenmesi Truax’ın tanımladığı “akustik topluluk” nezdinde Romanları bir tehdit unsuruna dönüşmektedir.
İşte tam da Marie Thompson’ın Productive Parasites Thinking of Noise as An Affect isimli makalesinde gürültü mefhumuna dair alternatif bir sorgulama ile yüzleştiriliriz. Marie Thompson Spinoza’nın apropos kavramından hareketle “gürültü” yü bir affect (duygulanım) olarak belirler ve iyi kötü, arzu edilen/ edilmeyen ses olarak ikili yapılara sıkışmış halinden özgürleştirerek, “gürültü” ya da Truax ve WSP bünyesindeki üyelerin belirttiği üzere “istenmeyen ses” içerisindeki potansiyelleri, na-ikili bir sistem üzerinden yeniden düşünmeye davet eder. Thompson’a göre gürültü kavramı iyilik ve kötülük gibi kategorilere dahiliyetinden çok daha öte, bir ilişkisellik silsilesi nezdinde düşünülmelidir. Bu bağlamda, Thompson sorgulamasına iletişim teorisinin “gürültü”yü genellikle kaynak ve alıcı arasındaki iletişimi sekteye uğratan bir mefhum olarak ele almasından yola çıkarak başlar ve J.R Pierce’nin gürültünün farklı biçimlerinden bahsettiğini hatırlatarak, “gürültünün” herhangi bir kaynağa bağlı olma ya da yüksek bir ses olma zorunluluğu olmadığını belirterek şu şekilde aktarır:
Bir kesinti yüksek ya da rahatsız edici olmak zorunda değildir. Şüphesiz, hiç duyulmasına dahi gerek yoktur. Gürültüyü bir sistem içerisindeki kesinti olarak tanımlarsak, gürültü sonik, fakat aynı zamanda titreşimsel, görsel veya enformasyonel de olabilir. Bu bizi gecenin yarısında uykuya dalmaktan alıkoyan cırcır böceklerinin cıvıltısı, televizyon sinyali paraziti veya atmış bir sigorta nedeniyle kapanan ses sisteminin sağır edici sessizliği olabilir (Thompson, 2012, s.15).
Buna ek olarak aynı zamanda Thompson gürültünün “ani” olma hali ile sınırlandırılmaması gerektiğini de vurgulayarak, bu kesintilerin farklı formlarda olabileceğini hatırlatır ve “gürültü” mefhumundaki esas meselenin ilişkisellik olduğundan bahsederek bir şeyin kesintiye uğratabilmesi için o şeyin etki alanında kalan sistemlerin olması gerekliliğinden bahseder. Gürültü bu noktada yer yer titreşimsel, yer yer ani, bazen de dipten gelen farklı formları ile her an devam eden ve her daim bir sistem içerisinde ‘gürültü’ olma potansiyelleri taşıyan bir mefhumdur. Hatta Thompson bunu “gürültüden önce gürültü vardır” şeklinde belirterek bu potansiyelliklerin, öncesiz ve sonrasızlıkların, yani zamansız bir içkinliğin altını çizer. Tam da böylesi bir ilişkisellik silsilesi içerisinde ‘gürültü’ her daim parazit bir mesele olarak işlev görmez, aksine içerisinde yeni afektif ilişkilenme biçimlerine kapı açan ve yeni bilgiler taşıyan bir alana dönüşür.
Gürültü bu noktada Thompson’da bir duygulanım olarak karşılık bulur. Deleuze ve Guattari’ye, referansla Thompson, duygulanımlardan dönüştürücü kuvvetler olarak bahsederek duygu ve duygulanımların ayrı kavramlar olduklarını vurgular. Duygulanımlar bir yerleşiklik teşkil etmeyerek bu anlamda bir “aradalık” halinde olup, devinimli bir harekete tekabül ederken, duygular ise duygulanımların tam da farkına varıldığı, bedenselleştiği bir noktaya işaret ederler. Bu anlamda denilebilir ki “duygu” tam da duygulanımların bedende anlam kazandığı, bitimsiz, dönüşümlere açık bir ‘gücül’ bölge, yani “gürültü”nün gürültü olarak addedildiği ‘varılmamış ve varılamayacak bir şimdi’ olma özelliğini taşır.
Thompson gürültüyü bir duygulanım olarak ele alarak bu noktada dinleyen bedene de dikkat çeker ve duygulanımları bedenin kapasitesi ile de ilişkilendirir. Bu sebeple ‘dinleme’ edimi aslında bedenin diğer bedenlerle ilişkisi, kültürel kodlar, gündelik pratikteki karşılaşma alanları üzerinden var olarak, öznel bir deneyimin ötesine geçer.
Bu anlamda hiçbir ses Thompson’ın da belirttiği üzere gürültü olmak üzere var olmaz, dolayısı ile ses ve titreşimler, gürültü olma potansiyelleri taşısalar da bu potansiyeli gerçekleştiren, “dinleme ediminin” kültürel inşası sonucu oluşan yargılardır.
Bundan yola çıkılarak denilebilir ki Romanlar için gündelik pratikte anlam ifade eden seslerin diğer bedenler tarafından bir “gürültü” kaynağı olarak alımlanışı tam da böylesi bir inşanın sonucudur. Seslerin ‘gürültü’ olarak alımlanıp, sorunsallaştırıldığı bu nokta ise salt bir yerinden etmenin çok daha ötesinde güçlü/baskın sınıfın, güçsüz olan grubun sesleri üzerinde kurduğu tahakkümün başlangıcıdır.
Bu durum tam da David Hendy’nin Sesin Beşeri Tarihi’nde güçlü grupların, azınlıkların soundscape’i üzerindeki etkisine dair söylediklerini hatırlatmaktadır:
Güç derken iki şeyi kastediyorum: birincisi, kimi seslerin bizi derinden etkileme gücü; ikincisi de güçlü insanların –veya ulus devletler, örgütlü dinler veya ticari şirketler gibi güçlü grupların- daha az güçlü olanların işitsel peyzajlarını veya dinleme alışkanlıklarını belirleme yeteneği (Hendy, 2016, s.17).
Hendy’nin aktardığı asimetrik güç ilişkisi, bu açıdan Sarıgöl’de gerçekleşmekte olan süreç ile benzeşmektedir. Zira Sarıgöl mahallesinde gündelik pratikte azalmakta olan müzisyenlik, buna bağlı olarak müzik icracılığının sesi mahalleye yeni taşınan çoğu birey için ‘gürültü’ iken, Roman ve mahallede uzun yıllardır yaşayan Roman olmayan bireyler tarafından mahalleye dair ‘ses temsiliyetleri’ ve referanslar taşımakta ve anlamlı veriler olarak işlev görmektedirler.
Bu bağlamda, Sarıgöl Mahallesi’nde yaşayan gerek Roman gerekse Roman olmayan bireyler mahallenin kentsel yenileme öncesi halinden bahsederken açık pencerelerden gelen müzisyenlerin seslerini tarif etmektedirler. Örneğin mahallenin eski soundscape’ni tanımlayan Kutay şu şekilde belirtir:
Ben Roman değilim, Edirneliyim ama kendimi Roman olarak görüyorum. Bu mahallede büyüdüm. Arkadaşlarım bu mahallede. Sarıgöl’den geçerken hep müzik sesi duyarsın. Müzisyenlerin sesini duyarsın. Ama değişti bunlar kentsel dönüşümle, değişik oldu, değişti. Eski tadı da kalmadı (14.05.2019).
Müzisyenlerin provalarının seslerinin duyulur olması hali, Romanların anlatılarında da mevcuttur. Görüşme yapılan kişiler Kutay’ın tanımladığı prova seslerini bir adım öteye taşıyarak anlatılarında bu sesleri duymanın mahallenin iletişim mekanizmasındaki yerine gönderme yaparlar. Reyhan Tuzsuz şu şekilde tanımlar bu durumu:
Müzisyenler mesela birbirlerinin kapılarının önünden geçerken birbirlerine şaka yaparlardı. “Hocam sende bu parça var mı?” O da derdi; “Ya oğlum!” Sonra diğeri derdi “hocam sen bu parçayı çalabiliyor musun?” Takılıyor ona şaka amaçlı. O da derdi ki “bende bu var. Sen de şu var mı?” O da derdi ki “hadi yürü be oradan çoban sen benim gibi çalabilir misin?” Güzeldi o eski günlerimiz (12.05.2019).
Gündelik pratikte duyulan müzisyenlerin prova sesleri, mahalledeki müzisyenlerin varlığını duyulabilir kılarak “sessel” bir temsiliyet oluştururken aynı zamanda mahallede yetişmekte olan gençler için de teşvik edici bir unsur haline gelirler. Bu durumu keman icracısı Murat, şu şekilde aktarır:
Eskiden çocuklar çıkardı kapı önünde çalarlardı. Verirdik ellerine enstrümanları küçük yaşta. Abilerini de görürlerdi heves ederlerdi. Şimdi nerde, herkes gitti başka yerlere, dağıldı (04.04.2019).
Bunun yanı sıra mahalledeki dış alanların kullanımı müzisyenlerin kendilerini geliştirmelerinde önemli bir rol oynadığından bahsedilmektedir. Bu noktada Cuma (55) mahalledeki bazı müzisyenlerin dışarıda enstrümanlarını pratik ettiklerini ya da enstrümanlarını hoparlörlere bağlayıp yüksek sesle çalışarak kendilerini geliştirdiklerini belirtmektedir:
Müzik aletini öğrenmek için kapıya çıkıp çalarlardı. Mesela bir arkadaşımız var Hakan. Evinde bağlardı orgu kolonlara, tüm gün çalardı. Kulağını doldururdu. Öyle sesi kıs, kapat diyen de yoktu. Şimdi mahallenin bir numaralı orgcusu oldu (08.11.2019).
Fakat Aydın’ın da baştaki cümlesine geri dönersek, bu sesler maalesef Romanların yeni taşındıkları bölgelerde pek de hoş karşılanmamakla birlikte, bu seslere karşı, “karşı bir ses” çıkartılarak -örneğin duvara vurmak- tepki gösterilmekte ve susturulmaktadırlar. Bu anlamda notasyona tabi olmayan fakat mekânı bir müzikal aktarım aracı olarak kullanan Romanların aktarımları sekteye uğramaktadır. Bunun da ötesinde mahallenin kimliğinin inşasında da önemli bir rol oynayan bu seslerin gündelik pratikte azalması orada hala ikamet etmekte olan bireyler için bir yabancılaşma hissine tekabül etmekte ve yaşadıkları bölgeye dair de güvende hissetmemektedirler. Bu bağlamda denilebilir ki Sarıgöl’de gerçekleşmekte olan süreç salt bir soylulaştırmadan ziyade azınlıkların sessizleştirildiği, sesin sınıfsal bir bağlam kazandığı, akustik bir soylulaştırma (Kusiak, 2014) projesidir.
Fakat hatırlamak gerekir ki Sarıgöl örneği bizi sadece kentsel yenilemenin duyusal etkilerine dair bir sorgulamaya değil, aynı zamanda ses çalışmalarının sunduğu kavramlar üzerine yeniden düşünürken, dinlemenin sınıfsal boyutlarını da hatırlamamız gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Zira Truax’ın da kent ve iletişim çalışmalarına dair bir alternatif yaklaşım sunduğu Acoustic Communication isimli kitabında ortaya attığı “akustik topluluk” kavramı, her ne kadar topluluklara ve soundscape’e dair yenilikçi bir bakış vadetse de görülmektedir ki bu kavram aslında kendisini oldukça homojen bir yapı üzerinden kurgulayarak azınlıkları görmezden gelmektedir. Bu durum ise tıpkı herkes için ulaşılabilir, yeni evler vadeden fakat günün sonunda azınlıkları sesleriyle beraber yerinden eden soylulaştırma projelerini çağrıştırmaktadır.
Oysa Thompson’ın da vurguladığı üzere “gürültü” iyi-kötü, yapıcı-yıkıcı gibi kategorilerin ötesinde gündelik pratikteki ilişkiselliklere, onu dinleyen bedenlerin kapasitesi, alımlama biçimi ve dinleme edimlerindeki kültürel inşa ve politikliklere bağlıdır. Bu bağlamda sesin “istenmeyen” olduğu yer politiktir- tıpkı Sarıgöl mahallesinin ‘istenmeyen sesleri’ gibi.
Bibliyografya
1 Hendy, David. "Sesin Beşeri Tarihi." İstanbul: Kolektif Kitap (2016).
2 Keil, A.V., Keil, C., Blau D. ve Feld, S. (2002). Bright Balkan Morning: Romani Lives and the Power of Music in Greek Macedonia. Middletown:Wesleyan University Press.
3 Kusiak, J. (2014). “Acoustic Gentrification: the silence of Warsaw's sonic warfare”, Matthew Gandy, Bj Nilsen (der.), The Acoustic City (s.206-211). Jovis.
4 Schafer, R.M. (1977/1994). The Tuning of the World / The Soundscape: Our Sonic Environment and The Tuning of the World. New York: Random House Inc.
5 Seeman, S. (2002). You’re Roman!’ Music and Identity in Turkish Roman Communities (Doktora tezi). University of California, Ethnomusicology, Los Angeles.
6 Silverman, C. (2011). Romani Routes: Cultural Politics and Balkan Music in Diaspora. Oxford: Oxford University Press.
7 Thompson, M (2012). Productive Parasites Thinking of Noise as Affect. Cultural Studies Review. 18 (3), 13-35.
8 Truax, B. (1984). Acoustic Communication. Norwood, New Jersey: Ablex Publishing Corporation.
Aheste Karşılaşmalar: Özenli Dinlemenin Zamanına Bir Giriş
- PINAR TÜRER -
“Sömürmeyen ve sessizleştirmeyen yeni etik dinleme kanalları açmak günümüz toplumları için ne kadar mümkün?” diye sordu Suzi. Kalbime pek yakın bu soruyu kafamda evirir çevirirken birbirini duymamaktan veya anlamamaktan muzdarip, dinleme pratikleri hayallerime kıyasla soluk mu soluk, Ege denizinde ufak bir komünitenin içinde buldum kendimi. Dinleme kavramı zihnimde anlama ve anlaşılma fikirleriyle sarmalandı, sessizlik düşüncesi iletişim ve gürültüye katıldı ve kendimi kavramsal bir uğultunun içinde buldum. Bir yandan da pandemi boyunca alıştığım kentsel ev sessizliğinin ardından duyusal bir kaos gibi geldi normalde bayıldığım cırcır böceği sesleri, poyrazın uğultusu ve komşuların lakırdısı. Doğa seslerine alışmam çok uzun sürmedi. Zaman zaman teknolojiye sarılarak gürültüyü kesen kulaklıklarımla “huzur” da buldum. Ama kafamda dönen kavramsal sorular her zaman olduğu gibi etrafımdaki, içimdeki, dışımdaki ilişki ağlarının yarattığı akustikle harmanlandı. Bu kez de dinlemek ve merak üzerine düşündükçe, kurduğum veya gözlemlediğim ikili ilişkilerde merak ne kadar mevcut bunu merak etmeye(!) başladım. Birbirimize ne kadar soru soruyoruz, ve bu soruların ne kadarı meraklı sorular olarak adlandırılabilir? Peki ya sorduğumuz soruların ne kadarı kendi bulunduğumuz zeminin güçlenmesi arzusuyla bir mızrak gibi yöneltiliyor ötekine, ne kadarı öteki’nin açılabilmesi, bizden tüm farklılığıyla sesini duyurabilmesi için özenli (caring) bir hareket olarak yer buluyor iletişim pratiklerimizde?
Kendilik deneyimiyle, kendinin dışındakinin algılanması, hissedilmesi/hissedilememesiyle çok yakından ilgili merak. Alphonso Lingis “Eğer konuşmak kendi haklılığını ispat etmek içinse öteki’ni susturmak için konuşmaktır” diyor. (1) Dinlemek (en azından ‘ideal’ bir dinleme pratiği) ne kadar ‘kendi’nden ziyade ‘öteki’ ile ilgili bir deneyim gibi görünse de, dinlemeyi başka türlü tahayyül etmek için alışılagelmiş kendilik düşüncesini biraz bozmamız ve yeniden kurgulamamız gerekiyor bence. Zira kendilik fikrine sımsıkı, hatta belki bazen korku ve endişeyle sarılan bir dinleme edimi ötekiyle her karşılaşmamızı sağır edici sessizlikte bir muharebeye döndürmez mi? Dinlemekten anladığımızı dönüştürerek, merakı ilişkilerimizde/iletişimlerimizde koyduğumuz yeri değiştirerek baskılayıcı, farklı olana yalnızca kapalı değil, tahammülsüz, anlayışsız, ve hatta saldırgan ilişkilenme pratiklerimizi dönüştürmemiz mümkün mü? Eğer böyle bir ihtimal varsa içimden bir ses bunun bir parçasının ‘zaman’ı yeniden düşünmekten, ‘yavaşlık’ı biraz daha merkeze almaktan geçtiğini fısıldıyor. Bir yandan da bu ihtimali en güzel ve girift şekillerde samimi ilişkilenme (intimacy) düşüncesiyle örebilirim gibi geliyor. Yani bir samimi ilişkilenme anında nasıl bir merak duyuyoruz? Derinliğinin tende, kulakta, havadaki titreşimlerde hissedildiği bir konuşmada nasıl dinliyoruz diz dize ya da göz göze oturduğumuz kişiyi? Nasıl dinlenmeyi bekliyoruz en incinebilir yanlarımızı gösterdiğimizde, en işlenmemiş, çiğ taraflarımızı paylaşma arzusu duyduğumuzda? Amacım bu sorulara cevap olacak bir tarif sunmak değil. Devam eden satırlar birlikte düşünme pratiğimden doğan daha da fazla sorularla döşeli hatta. Bir yere de çıkmayan bu yolda bir araya getirdiğim düşünürlerle, birbirine bağladığım sorularla ve kavramsal tahayyüllerden hareketle okuyucuda da türlü meraklılıklar filizlendirmeyi umuyorum.
Merak ve Özen/Bakım (care)
Cinselliğin Tarihi’nin ikinci cildinde Foucault şöyle diyor: “inatla tutunmaya değer tek merak, kişinin bilmesi yakışık alan şeyi asimile etmeye çalışan merak değil, kişinin kendinden kurtulmasını sağlayan meraktır.” (2) Merak içimizde beliren bir şüpheyi veya doğrulanma arzusunu doyurmak için de ortaya çıkabilir. Merak ediyor olmak ille de özenli bir dinleme pratiği, ya da özenli bir etik ilişkilenme biçimi anlamına gelmez. Nasıl bir merak özenli olabilir öyleyse? Bu soruyu hayatımda ilk kez sanıyorum María Puig de la Bellacasa’nın Matters of Care: Speculative Ethics in More than Human Worlds kitabı ile sordum. Puig de la Bellacasa için yeterli özen/bakım (care), öteki’nin ihtiyaçlarına duyulan bir merak ve bu ihtiyaçlara dair bir bilgi gerektiriyor. (3) Bu teoriyi samimi ilişkilenmelerle ilgili düşüncelerimle test etmekten geri duramıyorum haliyle. Bir (samimi) muhabbet sırasında karşımdakinin neye ihtiyaç duyduğunu umursamıyorsam, umursadığım durumda da onun ihtiyacının ne olabileceği veya onun ihtiyaç duyduğu şeyi ona nasıl sağlayabileceğim hakkında hiçbir fikrim yoksa, ona yeterli özeni gösterdiğimden bahsedilemez. Puig de la Bellacasa’nın teorisinin derinlikleri bizi çoğunlukla gezegenimizin üzerinde nasıl bir özen/bakım etiği düşleyebiliriz, yaşayabiliriz; insanlar ve insan olmayan varlıklarla nasıl daha iyileştirici ve sürdürülebilir ilişkiler kurabiliriz sorularına götürüyor. Ancak bahsettiği özeni/bakımı örneklemek için duraksadığı bir nokta var kitapta. Ben de oradan cesaretle samimi ilişkilenmelere uzatıyorum onun sorularından bazılarını.
Kendi tabiriyle meraklı, temel bir soru yöneltiyor okuyucularına: “Nasılsın?” Bu sade sorunun ilişkilerde samimi bir biçimde ne kadar az sorulduğundan belki de yakınmışızdır zaman zaman. Gerçekten nasıl olduğumuzun merak edilmediğini hissetmiş, karşımızdakinin nasıl olduğunu gerçekten merak etmemişizdir. Böyle bir merak, ne kadar basit gürünürse görünsün, kendinden bir çıkış hali gerektiriyor. En sade haliyle, dikkatini öteki’ne yöneltmek; soru dudaklarımızdan döküldüğü andan itibaren de o meraklılığın içinden bir kabuk gibi sıyrılıvermek (ve belki de “sıra bana gelse de kendimi anlatsam” uğultuları arasında nefessizleşmek) değil, aksine o merakın içine bir koltuğa yerleşir gibi yerleşmek; kendiliğin sesini kısarak ötekinin sesini duymaya odaklanmak… Puig de la Bellacasa “nasılsın” sorusunu “saygılı bir mesafeden, karşılaştığımız ve belki de bilmediğimiz (tanımadığımız) şeye/kişiye doğru alelade bir özenlilik” hali olarak görüyor. Bir diğer deyişle “kalabalık dünyalarda özenle/bakımla düşünmek için gerekli bir iletişim aracı.” (4)
Dinlemeye Dair Başka Bir Zaman Hayal Etmek: Acelecilikten Yavaşlığa
Puig de la Bellacasa’nın kitabı özen/bakım etiğini zaman kavramı ile birlikte tartışıyor. Yazının başında da bahsettiğim gibi, benim de dinleme, etik ve merak üzerine düşüncelerim zamansallığı, ötekinin zamanını ve dinlemenin zamanını farklı bir şekilde düşünme istenciyle birlikte şekilleniyor bir süredir. “Nasılsın” sorusunda yapmaya çalıştığı gibi, Puig de la Bellacasa duraklamaktan, yavaşlamaktan bahsediyor kitabında yer yer. Onun tartışması toprağın zamanına, ekolojik ilişkilenmelere doğru evriliyor, ben samimi karşılaşmalarımızda öteki’nin zamanı ile nasıl ilişkileniriz diye meraklanıyorum. Çünkü içimde susmayan bir inanış var: çok aceleciyiz. Bu aceleciliği insanın özünde olan bir nitelik olarak görmüyorum; örneğin ölümlülüğümüzün getirdiği bir panik hali gibi. Bence bu acelecilik daha ziyade içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz tarihi, ekonomik, politik ve sosyo-kültürel koşullar altında oluşup içimize, dışımıza yayılan bir zamanı algılayış ve yaşayış biçimi. Bir açıdan (batılı) modernitenin zamanı da diyebiliriz. Burada belirtmeliyim ki bireyler olarak bu kapitalist zamandan ayrı olduğumuzu, yani sistemin bizim dışımızda bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu zaman algısının, normalleşmiş hayatta kalma şekillerinin bizi daimi olarak (bazen sinsice, bazen hunharca) türlü yönlere ittiğini ve şekillendirdiğini düşünüyorum. Günümüz kapitalist düzende ise zaman yalnızca kısıtlı veya geri döndürülemez bir şey değil, aynı zamanda milisaniyesine kadar potensiyel paraya çevrilmiş bir kaynak. Sürat, acelecilik, ve genellikle eşlik eden hassasiyetsizlik/özensizlik böylelikle kapitalist dünyalarımızda hayatta kalmanın bir alt koşuluna dönüşüyor. Materyal anlamda hayatta kalış şekillerimiz de ilişkilerimizi yaşayış biçimlerimizden, bilgi üretim şekillerimizden, kendiliği ve öteki’liği anlayışımızdan ayrı değil. Haliyle dinleme pratiklerimizde de özenlilikten, yavaşlıktan ziyade bir acelecilik mevcut. Az önce bahsettiğim “nasılsın” sorusunu soruşumuz bence buna basit bir örnek. İçinde yaşadığımız telaşlı ekonomik sistemde bir duraksama, o girdaba dönüşebilen hızlı tempoya sürüklenişe bir direniş biçimi olabilecekken çoğunlukla sosyal kurallara hizmet eden bir kibarlık göstergesine dönüşmüş.
Tam da bu hızlılık eleştirilerini, yavaşlığı düşünürken how to think adlı bir podcast’i kaydettiğimi gördüm dinlenecekler listeme. Kendini şöyle tanımlıyor bu podcast: “dinleme, iyileşme, adalet ve sevgi uğraşını yeniden merkeze alan insanlar arasında bir dizi yavaş sohbet.” (5) Dinleme deneyiminde okuma deneyimine aktarılamayan bir duygulanım ve dönüşüm hali var – aksak, akışkan, titrek. Serinin dinlediğim bölümü (beşinci bölüm) Omikemi ile Rajni Shah arasında bir muhabbet. Bölüm, sohbeti, dinlemeyi, konuşmayı alışkın olduğumuz kalıplardan sıyırıp ütopik, mahrem, içten, dönüştürücü bir deneyime dönüştürüyor. Yavaşlık, uzun duraksamalar (içime işlemiş aceleci tüketim alışkanlığıyla “internetim mi kesildi” diye sorguladığım oldu), derin veya kesik nefesler iki konuşmacının da genel tavrını oluşturuyor diyebilirim. Hiçbiri karşısındakini dinlerken acele etmiyor; bir şey söylemeden önce bazen sabırla kendilerini dinliyorlar, ki ben dinlerken bunu kişinin karşısındakinin olası sabırsızlığına veya sessizlikten rahatsız oluşuna dingin bir direnme hali olarak da duydum. Bazen de konuşan kişi bir dalganın altında yuvarlanıp giden taşlar gibi üst üste alt alta düşünceler ve duygular döküyor içine yerleştikleri sessizliğe. Neden bahsederlerse bahsetsinler (ki bence kategorize edilemeyecek kadar çok şeyden konuşuyorlar), üçüncü kişi olarak tanık olduğum şeyin kırk yılda bir denk gelinen, insanın kalbini yumuşatan, yanık cildine üfleyen bir sohbete kocaman bir cömertlikle davet edilmişlik hissi olduğunu söyleyebilirim. Peki bu hisleri bana veren neydi? Tabi ki sohbetin içeriği formuyla oldukça girift – incinebilirlik, özen, dinlemek, bilmek, karşılıklılık… Ama beni dönüştürücü bir duygulanıma iten şeyler duyumsadığım yavaşlık, özenli dinleyiş, ve savunmacı veya saldırgan alttonlardan tamamen arınmış bir konuşma pratiğiydi. Puig de la Bellacasa’da okuduğum özen/bakım etiği tasarısının bir muhabbette, ilişkilenmede nasıl olabileceğine sanki bir örnekti Omikemi ve Rajni Shah arasındaki sohbet. Öteki’ni aktif olarak sessizleştirmek üzerine kurulu bir küresel (politik, ekonomik) düzende, acelecilikle özdeşleşmiş zaman algısını bir kenara iterek ses, nefes ve suskunluk ile oluşturulan doğaçlama bir düet. Hislerin, fikirlerin, güvensizliklerin, çelişkilerin, kafa karışıklıklarının, ilişkiden doğan ve ilişkilenmeye meydan veren her şeyin bir dansı.
Gürültü, Çelişki, Çokluluk – Öteki ile Başka Türlü Karşılaşmak
Lingis, iletişim dediğimiz şeyin yalnızca arka plandaki – ve de içimizdeki – gürültüyü bir kenara ittiğimizde meydana geldiğini söylüyor. (6) Bu fikirdeki “iletişim” hepimizin ulaşmaya çalışması gereken ideal bir ilişki biçimi olarak tanımlanmıyor. Aksine Lingis, batının hem öteki/farklı olanla ilişkisinin, hem de bilimsellik ve matematik aracılığıyla objektiflik ve aynı’lık etrafında organize olmuş bir dünya kurma azminin gürültüden arınmış bir iletişim takıntısı etrafında şekillendiğini öne sürüyor. Türlü gürültüler içinde kaldığımı hissettiğim bir anda bu bakış açısının gürültü’ye olumlamacı bir yerden yaklaşması hafif heyecanlı bir merak uyandırdı bende. Belki aynı “gürültü”den bahsetmiyorduk ama, Lingis’in fikirlerinin yine de içimde dönüp duran etik ilişkilenme merakına yakından dokunmaya başladığını sezdim. Şöyle diyor örneğin: “İletişmek, hususi, perspektifsel ve özgün olandan akıp gelen tüm işaretleri gürültüye teslim etmektir.” (7) Yavaşlamak, dinlemeyi aceleciliğin dışında bir zamansallığa oturtmak bu gürültünün zenginliğine açabilir mi bizi? Karşılıklı netlik, şeffaflık, ve hatta çelişkisizlik beklediğimiz ilişkiler kurma çabası aynı zamanda gürültüsüzlük beklentisi anlamına gelmiyor mu? Biricikliğimiz ancak ağlayışlarımız, mırıldanmalarımız, gülüşlerimiz ve gözyaşlarımızda, yani hayatın gürültüsünde bulunabilir diyor Lingis; oun dışında hepimiz ikame edilen, iletişimin efektifliği çerçevesinde veri aktarımı yapan varlıklarız.(8)
Lingis’e göre cümleler kurarken geçen zamanı kendi seslerimizin, farklılıklarımızın opaklığı dolduruyor. (9) Bu düşünceye ayrı bir yakınlık duyuyorum: opaklık (opacity) ve zaman kavramları bir süredir etrafımda dolaştırdığım meraklılıklardan. Karayipli düşünür ve şair Édouard Glissant’ın “opacity”sine gidiyorum hemen. Özellikle samimi, yakın ilişkilerde bu (reddedilemez) opaklık daha ciddi bir sorunsala dönüşüyor bence. Karşımızdakini açıkça, “çıplak” görmek isterken onun erişil(e)mez ve zorla görünür hale getiril(e)mez opaklığını, bulanık yanlarını vahşice “açığa çıkarmak,” görünür kılmak amacı güdebiliyor ilişki pratiklerimiz. Lingis’in dediği o seslerimizdeki reddedilemez opaklık – iç gürültümüz, mırıldanmalarımız, sesimizin ritmi, rengi, hafıfliği, ağırlığı, takılmalarımız, tekrarlarımız, konuşmalarımızın o spontane dansları – ise bir de zaman kavramına bağlanıyor. Bu da beni şöyle düşünmeye itiyor: o opaklığa, bizi biz yapan, başkalarıyla ilişkilenmemize kurucu sebep olan biricikliğimizi oluşturan opaklığımıza yeni bir etik ile yaklaşmak “zaman”a başka bir türlü eğilmekten geçiyor olabilir mi? Yani ben Sen’in sesinin opaklığıyla dolu zamanının var olduğu fikrine biraz daha dikkat kesilirsem, Seni “daha iyi” dinleyebilir miyim – sana daha özenli, umursar bir şekilde dokunabilir miyim? Yavaş bir dinleme pratiği bu opaklığa daha ilgili, hatta daha şefkatli bir şekilde kulak kesilmeme, ve haliyle seni sessizleştirmeden, baskılamadan dinlememe önayak olabilir mi?
Bir cümleyi kurarken geçen zaman çoğunlukla kısacık olabilir, ama o zamanı bir hamur gibi açmak veya akan bir suyun önünden çekilircesine yol vermek mümkün değil mi ilişkilerimizde? Karmaşık, zor veya can yakan bir şeyi söylemeye, konuşmaya çalışan bir kişinin samimi bir ilişkilenme anındaki duraksamaları, kekelemesi, meydandaki hisleri düşünüp tartması, ifade yolları araması bu dediğim yavaşlığa örnek olabilir. O noktada dinlemek dikkatlice durmak, öteki’nin ritmine kulak verip o spontane dansı yönlendirmesine izin vermek demek değil midir? Bir nevi Foucault’nun dediği “kendinden kurtulmak” gayesiyle merak etmek – muhabbeti kendilik halini sabitleştirici bir mengene olarak değil, kendilik sularını bulanıklaştıran bir akıntı olarak görmek.
Bu tahayyülü benim için bir nebze elle tutulur kılan şey çelişki ve çokluluk kavramları. Opaklık fikrine yakınlık duyuşum gibi, içimizde birçok çelişki, tutarsızlık ve birden fazla gerçeklikler barındırdığımız fikrine de yakınlık duyuyorum. Batının düşünce tarihinde ciddi bir yer kaplayan tekillik takıntısına karşı çıkan, faklı kültürlerden gelen yaşam, düşünüş ve ilişkileniş biçimlerini aktarmak gayesiyle batının bu kendi dışındaki tüm ötekileri sindirmeye, susturmaya, kendi gibi yapmaya odaklanmış sömürgeci sistemine meydan okuyan düşünürler (örneğin Glissant) bana hep umut ve cesaret veriyor. Rolando Vázquez, Latin Amerika’daki yerel kültürlerin düşünce sistemlerinden bir kavramı (“buen vivir”) avrupanın sömürgeci tarihinin bir parçası olan modernite düşüncesine yönelttiği eleştirisinde dikkatlice sunuyor okuyucuya. (10) Vázquez “buen vivir”i çokluk içinde yaşamak olarak çevirmiş. (11) Dinleme pratiğini sömürgeci/modern düzene meydan okuyan dönüştürücü bir düşünce olarak sunuyor ve ben de bu yüzden çokluluk ve özenli dinleme tasavvuruma dokunur buluyorum tartışmasını. Batı düşüncesinden miras aldığımız kendilik kavramı tekilliğiyle, bağımsızlığıyla ünlü. Oysa kişiyi ilişkisellikten doğan, ilişkisellikle evrilen, dönüşen, yaşayan bir varlık olarak algılamak da mümkün. Böyle bir algı farklı bir etik kurgulamamızı mümkün kılabilir. İlişkilerimizde, sohbetlerimizde öteki’nin (ve kendimizin) çelişkilerine yer açmak, çoklu doğrular, gerçekler olabileceğine ihtimal vererek dinlemek (ve konuşmak), çoğulcu bir kolektif varoluşu/kozmolojiyi, çokluk içinde/çoklukla yaşamayı daha hayal edilebilir kılmaz mı?
Ötekini susturmak veya kendi görüşünü, tavrını, düşüncesini sabitleştirmek için konuşmak değil de, öteki ile birlikte düşün(ebil)mek için konuşmak. Omikemi ve Rajni Shah’ın muhabbetinde dinlediğim karşılıklı konuşma ve dinleme pratiğinin böyle bir düşünceden doğduğunu seziyorum. O duraksamalar, dinlerken kendilik deneyimlerini dönüşüme açışları, öteki’nin yönlendirmesine cömertçe izin verişleri, ve kendilerini çelişkileriyle beraber görünür, incinebilir kılmaları – bunların tümü ve daha fazlası yavaşlamanın yanı sıra radikal bir ilişkisellik oluşturma arzusu ve çabasından geliyor. Birlikte düşünebilmekten, düşünmek istemekten. Ve sanki farkına varmışlar ki birbirinin çelişkilerini dinlemek aceleye gelmez. İç çekmelere, nefes tutmalara, tökezlemelere de zaman vermek gerek.
1 “To speak in order to establish one’s own rightness is to speak in order to silence the other.” (Lingis, p.296)
2 “the only kind of curiosity, in any case, that is worth acting upon with a degree of obstinacy [is] not the curiosity that seeks to assimilate what it is proper for one to know, but that which enables one to get free of oneself” (Foucault, sf.8).
3 “Adequate care requires a form of knowledge and curiosity regarding the situated needs of an ‘other’” (Bellacasa, sf. 90).
4 “… a basic curious question to my readers: How are you doing? I would like this question to sound like a mundane way of caring, within a respectful distance, for what/whom we encounter and we don’t necessarily know, a communication device required for thinking with care in populated worlds.” (Bellacasa, sf.92)
5 “A series of slow conversations between humans who recentre the work of listening, healing, justice, and love.”
6 Alphonso Lingis, “The Murmur of the World”, The Alphonso Lingis Reader, University of Minnesota Press, 2018.
7 “To communicate is to consign to noise the teeming flood of signals emitted by what is particular, perspectival, and distinctive in each thing.” (Lingis, sf.300)
8 “As efficient causes of expressions that convey information, we are interchangeable. Our singularity and our indefinite discernibility is found in, and is heard in, our outcries and our murmurs, our laughter and our tears: the noise of life.” (Lingis, sf.306)
9 “The time it takes to formulate those sentences is a time filled with the opacity of our own voices” (Lingis, sf.304)
10 Vázquez, Rolando. 2012. “Towards a Decolonial Critique of Modernity. Buen Vivir, Relationality and the Task of Listening.”
11 “living in plenitude”
Kaynakça
1 Foucault, Michel. 1985. The Use of Pleasure: The History of Sexuality Volume 2. Translated by Robert Hurley. London: Penguin Books.
2 Lingis, Alphonso. 2018. “The Murmur of the World”, Tom Sparrow (ed.) The Alphonso Lingis Reader, University of Minnesota Press.
3 Puig de La Bellacasa, María. 2017. Matters of care: speculative ethics in more than human worlds. Minneapolis (Minn.): University of Minnesota press.
4 Shah, R., Omikemi, & 周 Gibbons F. 2021. Episode Five: Omikemi. Performance Philosophy, 6(1), 27 April 2021. https://doi.org/10.21476/PP.2021.61342
5 Vázquez, Rolando. 2012. “Towards a Decolonial Critique of Modernity. Buen Vivir, Relationality and the Task of Listening.” Raúl Fornet-Betancourt (ed.), Capital, Poverty, Development, Denktraditionen im Dialog:Studien zur Befreiung und interkulturalität, Vol 33, Wissenschaftsverlag Mainz: Aachen, pp 241252.
1 Eidsheim, Nina Sun. 2019. The Race of Sound: Listening, Timbre, And Vocality in African American Music. Durham: Duke University Press.
2 A.g.y., 22.
3 Konuştuğum gönüllülerden bazılarının sözel aktarımlarından aldığım haliyle alıntıladığım bu dinleme kodlarının orijinali ifadeleri, sadece SPoD LGBTİ+ Danışma Hattı gönüllülerinin erişimine açık ‘Danışma Hattı Yönergesi’ adlı belgesinde mevcut.
4 Rapordaki verilere göre, Danışma Hattı’nın 2020 yılının Mart-Haziran ayları arasında aldığı başvuru sayısı, 2019 yılının aynı dönemine kıyasla %85 artış gösterdi. Ayrıca 2019 yılında gelen telefon başvurularının %8,33 duygusal destek konulu iken 2020 yılında bu oran %38’e yükselmiş. Detaylı istatistikler için: https://spod.org.tr/wp-content/uploads/2021/05/Pandemi-Raporu.pdf.
5 Ihde, Don. Phenomenology of Listening
6 DiFruscia, Kim Turkot. 2010. “Listening to Voices: An Interview with Veena Das.” Altérités, vol. 7, no 1, 2010: 136-145.
7 Voegelin, Salomé. 2014. Sonic Possible Worlds: Hearing the Continuum of Sound. New York: Bloomsbury.
Tünelin Ucundaki Kulak: SPoD LGBTİ+ Danışma Hattı Denizlerinden Bir Etik Dinleme Heterofonisi
- FULDEN ARISAN -
Bu konuşan kim? Müzikolog Nina Sun Eidsheim The Race of Sound kitabına, radyodan, telefondan ya da diyafon makinesinden gelen, yani sesi çıkaranın görünürde olmadığı seslere yönelttiğimiz bu soru üzerine düşünerek başlar. Eidsheim’a göre, ses ile kaynağının farklı duyusal alanlara ayrışmasıyla ortaya çıkan, Pierre Schaeffer’in ‘akusmatik’ olarak kavramsallaştırdığı bu soruya verilen her cevabın altında bedensiz bir sesi dinleyerek bedeni tanımlayabilme iddiası vardır; çünkü sesin değişmez bir içsel hakikatten geldiğini, sahibinin özüne bizi doğrudan götürecek biricik bir geçit olduğunu düşünürüz.
Fakat Eidsheim sese atfedilen bu biriciklik ontolojisinin aksine, “Bu konuşan kim?” sorusunun tek başına bir şeyler açıklamak konusundaki yetersizliğiyle ilgili olduğunu savunur. Bu yetersizliğine rağmen, sesten aldığımızı sandığımız tüm yanıtları, aslında toplumsal beklentiler ile eğitilmiş kulaklarımız verir bize. Çünkü ses, tekil değil, kolektif bir olaydır; ses doğuştan gelmez, kültüreldir; sesin kaynağı söyleyende değil, dinleyendedir. (1) Eidsheim, sese “konuşan kim?” diye sormak yerine, etik bir dinleme çerçevesi kurmanın ilk adımı olarak “Bu sesi duyan ben kimim?” sorusunu sormayı önerir. Sesin kaynağını sesi çıkarandan dinleyene aktaran, Eidsheim dinlemeyi dinleme olarak tanımladığı bu eylem ve duruşa işitsel refleksivite egzersizi olarak adlandırıyor. Bu aslında kesişiminde olduğumuz toplumsal pozisyonların ve hiçbir zaman azade olamadığımız iktidar ilişkilerinin içinde şekillenen kulağımıza ve dinleme pratiklerimize yönelmek anlamına geliyor. (2)
Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD) çatısı altındaki LGBTİ+ Danışma Hattı’nın tüm gönüllüleri, danışma hattının kurulduğu 2017 yılından beri kendilerine gelen telefonları “Ben Danışma Hattı’ndan Deniz, nasıl destek olabilirim?” sorusuyla açıyor. Tek başına hat açmadan önce temel bir eğitimden geçen ve hat gönüllülükleri boyunca düzenli olarak süpervizyon toplantılarına katılmak zorunda olan, hat başındayken bireysel kimliklerini bir kenara bırakıp anonim bir Deniz kimliğini üstlenen gönüllüler, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli şiddet ve ayrımcılık, ilişki zorlukları, açılma süreci, cinsiyet uyum süreci, askerlikten muafiyet süreci, cinsel sağlık, sosyal hizmet gibi alanlarda danışmanlık veriyor. “Yargılamadan, etiketlemeden, herkesin hikayesinin biricikliğinin farkında” (3) olan ve konuşanın kim olduğunu sormayan bir dinleme kolektifi olarak, farklı farklı şehirlerden, yaşlardan, mesleklerden LGBTİ+’ların dertlerini, hayallerini, kaygılarını, arzularını dinliyor.
SPoD’un web sitesinde yayımlanan 2020 tarihli pandemi raporu, (4) özellikle pandemi döneminde LGBTİ+ Danışma Hattı’na gelen arama sayısının çarpıcı oranlardaki artışını belgeliyor. Rapordaki verilere göre bu dönemde gelen aramaların yarısından fazlasının içeriğini, duygusal destek ve açılma süreci sorunları oluşturuyor. Yani karantina zamanında çok daha fazla LGBTİ+ kalmak ya da geri dönmek zorunda kaldıkları ve her daim güvende hissetmedikleri evlerden LGBTİ+ Danışma Hattı’nı arayıp sesini Deniz’e duyurmuş; hastalık kaynağından sapkın teröristliğe uzanan oldukça kapsayıcı bir marjinalleştirmeye maruz kaldığında, hat başındaki Deniz’den yalnız ya da yanlış olmadığını duymuş. Fiziksel bir aradalığa erişmenin halen külfetli olduğu ve LGBTİ+’ların kamusal alandaki seslerinin sakıncalı bulunduğu bu garip zamanlarda, hattın ucundaki Denizler hiç tanımadıkları ve gün geçtikçe çoğalan sesleri dinlemeye devam ediyor.
Peki Eidsheim’in ortaya koyduğu o temel etik soruya dönersek, SPoD LGBTİ+ Danışma Hattı “Tüm bu sesleri dinleyen ben kimim?” sorusuna nasıl cevap veriyor? Eğer sesin kaynağı çıkaranda değil dinleyende ise Danışma Hattı kendisine ulaşan sesleri nasıl duyuyor? Aklımda bu sorularla Danışma Hattı’nın benimle görüşmeyi kabul eden dokuz gönüllüsüyle bireysel görüşmeler yaptım. Dinlemeyi dinleme egzersizi sayılabilecek bu görüşmeler esnasında, birbirini hiç tanımayan iki anonim kişinin kurduğu ‘akusmatik’ ilişkiyi anlamaya çalıştık ve bu ilişkinin sınırları üzerinden dinleyenin kim olduğunu aradık. Sonunda ortaya çıkan, bu dokuz kişinin her birinin kendi sesini kattığı ama aynı zamanda birtakım ortak sorumlulukları esas alarak oluşturduğu bir heterofoni oldu. Aşağıda deşifre edilmiş fragmanlar bu seslerin oluşturduğu heterofoninin; veya Don Ihde’nin dediği gibi “kendini kırılgan idealler yerine ‘bir aradalık’ta konumlandıran bir etik dinleme” (5) modunun transkripsiyonu olarak düşünülebilir.
Deniz olmak
Danışan Deniz’e dair hiçbir şey öğrenemez. Deniz orda danışan için var, gizlisin ve danışanı dinlemek için varsın.
Deniz güçlü biri, dinler, yardımcı olur.Benim için Deniz evden çıkmayan, evde oturan, başka hiçbir şey yapmayan bir tip; sadece evde telefon cevaplıyor.
Benim Deniz personam daha neşeli, sesi benden daha yüksek çıkıyor.
Nasıl hepimizin farklı beyanları var ama çatı kavram olarak ‘kuir’i kullanıyoruz, Deniz de bizim kuirimiz.
Denizlik bana kolektif bir bilinç gibi geliyor. Hepimizin hattı Deniz olarak açması ve ortak bir amaçla o hattın ucunda durmak, bana o kolektif bilinci oluşturduğumuzu düşündürüyor.
Hepimizin, Deniz personasının farklı bir rengi olarak ayrı ayrı katkısı var. Deniz aynı zamanda zırh gibi, saldırganlığı geçirmiyor, bazı duyguları bizim dışımızda tutmamızı sağlıyor. Ama benim için bazı duygular Deniz zırhından bile geçebiliyor, daha kırılgan duygular mesela, yardım edememe hissi gibi.
Ben bireysel kimliğimden feragat etmiyorum, hattı açan hâlâ benim, ama profesyonel manada Deniz olan bir ben.
Birilerine yardım ettim, ilk kez böyle bir şey yapıyorum. Benim Deniz olmam, beni tanımamaları böyle bir his.
Anonimlik, anonimliğin gücü, gücün kırılganlığı
Anonim olmak bana iyi geliyor. Danışan sadece benim sesim tonum hakkında bir yargıya sahip olabiliyor. Deniz olarak güvende hissediyorum, daha önyargısız hissediyorum kendimi.
Bilmiyorum, anonimlik beni daha kırılgan yapıyor galiba. Tam tersini düşünüyoruz genellikle, yani anonim olmanın bizi koruduğunu. Tabii koruyor, ama söylediklerinle ilgili daha büyük sorumluluk duyuyorsun. Çünkü telefonun ucunda kendin olarak yoksun, Deniz olarak varsın. Kendi hatalarını kendi isminle üstlenebilirsin. Ama telefonun başındayken yaptığın en küçük hata senin değil Deniz’in oluyor.
Güçlendirici buluyorum sanırım. Konunun ben olmaması, etiketlerden bağımsız bir şekilde varolmak. Hayır diyebilmemdir belki beni güçlendiren kısmı. Danışan beni merak ettiğinde ‘Hayır, sana gerçek ismimi, cinsiyetimi, cinsel yönelimimi söylemeyeceğim,’ diyebiliyorum rahatlıkla. Hattı koruma duygusu da güçlendirici hissettiriyor.
Güvenli alan, etik çerçeve
Bunun eşit pozisyonda dinlemekle ve arada hiyerarşi olmamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Kişi hatta kim var bilmiyor. Tamamen etiketlerden bağımsız bir şekilde, kim açarsa açsın bizden duyabildiği tek şey ‘’Ben Danışma Hattı’ndan Deniz, nasıl destek olabilirim?’
Toplumsal normların belirlediği alanların dışına çıkınca damgalandığın için -bu benim için de geçerli, çünkü cinsellikten her yerde öyle rahat rahat bahsedemiyorsun, çoğu insan hoş karşılamıyor. Ama bazı şeylerin de konuşulması gerekiyor. Ben konuşabiliyorum, danışan da konuşabiliyor, aslında ikimiz için de güvenli alan açılıyor.
Bu alan öncelikle danışanın var olabildiği bir alan, resmen tanındığı, ciddiye alındığı bir alan. Dertlerinin, kimliğinin kabul gördüğü, bunların üzerine beraber düşünülen bir alan. Bu alan gerekli, çünkü her yerde bulamıyor. Benim de bu alana ihtiyacım var. Uymuyoruz çünkü, bazı şeylere uymuyoruz n’apalım.
Ben etik çerçevemi halen çizmekteyim. Başlarda biraz tedirgin ediyordu bu beni, çünkü çok fazla danışan odaklıydım, ‘’Yeter ki onu kötü hissettirmeyim, o bana ne yaparsa yapsın,’’ gibi bir yerden bakıyordum ama zamanla rahatsız olduğum yerlerde etik çizgimi keskinleştirmem gerektiğini fark ettim. Benim için kendime dair bilgi vermek, anonim kalmamak çok doğru değil, bu ihlal edildiği zaman net bir şekilde aynı şeyi söylüyorum, farklı yerlerden girmeye çalışsa da danışan, kesinkes bir şekilde tavrımı koyup öyle ilerliyorum
Deniz personasının sınırlarından dolayı, örneğin on sekiz yaş altı danışanlara yardım edemediğimizde daha çok üzülürdüm, şimdi o kadar üzülmüyorum. Sınırlar da koruyucu nitelikte; hem karşı tarafı hem de bizi koruyor. Koruyucu nitelikte olduğu için, sınırların makul olduğu yerler bana da makul geliyor.
Sesi mümkün kılma gerekliliği (6)
Çoğu zaman, birini dinlerken bile kendi söyleceklerimizi, anlatacağımız deneyimlerimizi düşünüyoruz. Hatta bir noktada ‘Artık şu sussa da söyleceklerimi söylesem’ diyecek oluyoruz. Ama burada hiçbir şey paylaşamazsın, yani duyduğun olayın aynısını yaşamış olsan bile. Senin kırılganlığın değil, karşındaki kişi önemli. Bu beni çok afallattı başlarda. Örneğin danışanın sözünü çok fazla kesiyordum, çünkü ben de konuşmak istiyordum. Bir sürü fikrim var bu konuda, sen beni aradın o zaman neden beni dinlemiyorsun.Ama o öyle değil. O seni dinlemek için aramadı burayı, senin onu dinlemen için aradı.
Hat sayesinde daha kapsayıcı dinlemeyi öğrendim ve şunu fark ettim; hem gerçek hayatımda, hem de hattaki personamda bazı şeylere daha az tepki veriyorum. Önceden bazı şeyler beni çok şaşırtırdı, daha abartılı tepkiler verirdim, ama hat sayesinde bazı şeyleri normalleştirdim, gündelik
hayatımda da böyle, arkadaşlarımın anlattığı şeylere daha az abartılı tepkiler vermeye başladım. Bunun bazen daha olumlu bazen daha olumsuz etkileri oldu arkadaşlarımda. Çünkü insandan insana değişiyor, bazıları çok büyük tepkiler bekliyor, bazı insanlar sadece dinlenilmek istiyor.
Danışana alan tanımaya çalışıyorum, öğüt vermiyorum. Anlatılanı doğru anlamaya çalışıyorum ve çabamı hissettirmeye çalışıyorum. Empati kurmak her şeyi anlamak anlamına gelmiyor, ‘Ben seni duyuyorum, var olduğunu biliyorum’u danışana hissettirmek anlamına geliyor.
Ben hep konuşan taraf oldum, çünkü bulunduğum çevrede kendimi savunmam, devamlı kendimi ifade etmem gerekiyor. Danışma Hattı ile bu biraz değişti, çünkü tamamen dinleyici konumundayım, özellikle duygusal destek içerikli aramalarda. Bu tür aramalarda arayan kişi her zaman içinde bir parça ben barındırıyor. Anlatılan birçok şeyi yaşamışım gibi geliyor, nasıl hissettiğini az çok anlıyorum karşıdaki kişinin. Danışan benim başkalarına söylediklerimi bana anlatınca rahatlıyorum, çünkü yalnız değilim hissi geliyor. Dinleme pratiğim gelişti, konuşma ile dinlemenin az çok dengede olması gerektiğini fark ettim. Çünkü bazen çok fazla konuşuyoruz ve bizi anlamayacak insanlara kendimizi çok fazla açıklıyoruz.
Dinleyerek var olma, konuşarak var etme
Bir şeyleri sözcüğe döküyor olmak, konuşuyor olmak... Ağzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor, ‘Bunlar benden çıkıyor, demek ki artık bunlarla yüzleşme vaktim geldi.’ Çünkü kendi söylediklerimizin tanığı da biz oluyoruz. Yazarken pek öyle değil, çünkü o zaman bir filtrenin arkasında bırakabiliyoruz, düşündüğümüz şeyi değiştirmek için daha çok zamanımız var. Ama konuşunca, laf ağızdan dökülünce insan onunla yüzleşiyor. Bazı danışanlar ‘Sizi arama cesaretini ancak toplayabildim,’ diyor, bununla alakalı olabilir.
Yaptığımız işin terapötik bir amacı olmasa da terapötik çıktılarının olduğunu düşünüyorum. Örneğin bazı danışanlar ilk kez hatta sınır bilgisi alıyor. ‘Ben senden ayrı biriyim ve benim senden farklı sınırlarım var’ cümlesini bu kadar net bir şekilde ilk kez burada duyan danışanların olduğunu düşünüyorum.
Sesini kazanamamış çok fazla insan var. Belki henüz kendini tanımlayamamış ya da çeşitli sebeplerden dolayı kendini dinlenmemiş gören kişiler, konuşmak isteyip, dinlenmek isteyip bir türlü nasıl yapacağını keşfedememiş kişiler.
Birçok danışan, bırak başkalarına açılmayı, kendilerine bile açılmamış oluyor. Danışma Hattı bu açıdan çok önemli, görünür olmadan ulaşabilecekleri bir destek mekanizması. Telefon sayesinde görünür olmadan da o destek mekanizmasını kendilerine çekebiliyor.
Bir çoğumuz çocukluğumuzdan itibaren kendimizi bir fanus içerisinde koymak zorunda. Kendimizi korumak adına yalnızlaşma deneyimlerimiz oluyor LGBTİ+’lar olarak ve bence bu yüzden, duymak, birinin seni duyması, birinin seni anlaması oldukça önemli. ‘Ben buradayım, ben varım’. Yani ‘sen ordasın, ben seni görüyorum, kimse seni duymadı ama bak ben buradayım, ben duyuyorum’ diyorum. Kişinin varoluşuna dair bir umut olma bakımından, onun geleceğine dair, kendisine tutunabilmesi bakımından önemli olduğunu düşünüyorum bunun.
Seste kalmanın özgürlüğü
Sadece sesini duyduğunda alabildiğin tek şey var, bu arada sesten gerginliği de alabiliyorsun tabii ama, burada duygularla bağdaştırıyorum, danışan kendi söylemese cinsiyetini düşünmüyorum mesela, ya da söylediği şeye odaklanıyorum, o da bana dair başka sorular sormak istiyorsa tabii ki soruyor, cevap veriyorum vermiyorum. Yani özgürleştirici kısmı bu. Sesimle sınırlı ve onun öyle bir sınırlılıkta olması bana rahat hissettiriyor. Belki de danışana da güven veriyordur, görmemek.
Sadece seste kalmak daha özgürleştirici kesinlikle, çünkü başka duyular devreye girdiğinde düşünmem gereken ölçmem gereken beni yönlendirecek başka şeyler olacak.
Danışanı görmek bana da kötü gelebilir bu arada, dış görüntüsü filan muhtemelen kafamda başka alanlar açacak ve benim ilişkilenmem o değil, başka bir çerçeve içerisindeyiz. Bence bütün lubunyalar hayatlarının bir noktasında görünümleriyle ilgili sıkıntılar yaşıyor. Burada kimsenin kimseyi görmüyor olması ayrı bir samimiyet ortamı yaratıyor bence. Çünkü yargılayabileceğin bir şey yok. ‘Overthinking’ yapabileceğin bir şey yok. Sadece konuşuyoruz. Görünürlük alanının biraz tehlikeli olduğunu düşünüyorum.
Danışanları görmemem herkese aynı sıcaklıkta yaklaşmamı sağlıyor, çünkü onları görmüyorum, onların görünüşleri hakkında istesem de istemesem de bir yargım olmuyor, sadece dinlemiş oluyorum danışanı.
Susmanın kıymeti
Gündelik hayatımda konuşurken sessizlikler bana çok kötü hissettiriyor ama Danışma Hattı’nda kötü hissettirmiyor, sessizliklerin gerekli olduğunu düşünüyorum hatta, bir mola olarak görüyorum, bu sessizliğin de aslında bu alanın güzel bir parçası olduğunu düşünüyorum, sessizlik bazı danışanları geriyor olsa da çünkü bence Danışma Hattı’nda susmak anlatmak kadar değerli.
Fiziksel mesafe & işitsel yakınlık
Başka başka şehirlerden insanlarla konuşmak; beyaz bir lubunya olarak, oturduğum yerden, kendi bakış açımdan, kendi zorluklarımdan çıkmak ve başkalarını dinliyor olabilmek, yaptığım şeyin nerelere değdiğini hayal etmek bana çok büyük bir duygusal tatmin veriyor.
Beraber sosyalleşemeyeceğim insanlarla telefonda bir araya gelip, aslında onların da benden çok farklı şeyler yaşamadığını görmek gibi bir deneyimim oluyor. Belki benimle benzer şeyler yaşıyor, ama onlar bambaşka bir dünyadalar, ben başka bir dünyadayım. Hayata kaptırıp giderken sanki bir tek biz varmışız ve bunları sadece biz yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Bir yandan Danışma Hattı’nın böyle bir güzelliği var, bunları sadece ben yaşamıyorum, başka insanlar var, başka dünyalar var. Hikâyeler aslında değişmiyor, sadece kimlerin nasıl yaşadığı değişiyor gibi hissediyorum.
Buraya gelse odayı terk edeceğimiz insanlar olabilir, ama onların da dinlenilmeye ihtiyacı var. Bazen danışanın içselleştirilmiş homofobisine maruz kalmak tetikleyici olabiliyor, ama biliyorum ki içselleştirilmiş homofobi danışana da acı veriyor. Acı veren inançları biriyle beraber yargılanmadan irdelemek, söylenenlerin içeriği olumsuz olsa da dinlemeye devam etmek, o empati gıdası, insanı dönüştürüyor. Empati gıdası hepimize lazım, çünkü insan olarak ben, anlaşıldıkça, dinlendikçe büyüyebilirim.
Örgütlü olmayan, bizi ilk defa duyan, böyle bir hattın varlığını yeni keşfetmiş kişiler, çevreleriyle bireysel mücadelelerini veriyorlar, benim gibi. Arayan danışanlara, özellikle duygusal destek aramasıysa, her zaman ‘Bizi aradığın için teşekkür ederim,’ diyorum. Çünkü, ‘Ben seni duyuyorum, senin beni duyduğunu da biliyorum, anonim de olsa benim varlığımı biliyorsun.
Yani ben de yalnız değilim, bu yüzden sana teşekkür ederim.
Cinsiyetli beden & lubunya ses
Danışanın sesi bazen lubunya gibi gelmiyor, o ne demekse, acaba şimdi ne gelecek diye merak ediyorum. İster istemez bazı etiketler içine koyuyoruz kendimizi ve yakın hissettiklerimizi. ‘Biz’ olmak için hep bir ‘onlar’ a ihtiyaç duyarsın ya, ‘bunlar LGBTİ+, yani bizden, ama onlar bizden değil’ diye konumlandırmak anlamına geliyor bu. Oysa kaba saba konuşan bir gey de olabilir, o kişi öyle bir ses tonuna sahip ve bizim desteğimize ihtiyacı olan bir lubunya olabilir.
Geçenlerde bir danışan aradı ve çok endişeliydi, sesinden anladım, “ben endişeliyim” demiyordu, ama endişeli bir şekilde anlatıyordu, endişeli bir sesti. O danışanla çok uzun konuştum, kendimi ona çok yakın hissettim. Bu da ara ara oluyor hatta bana. Dış görünüşle ilgili bir şey değil de endişeli bir figür çiziyorum kafamda, böyle bir duygu atıyorum danışana. Sesi bir duyguyla birleştirmek, belki de konuşanı görmüyor olmam, seste yine böyle bir alan açıyordur, daha farklı şekilde ele almamı sağlıyordur belki. Ama yine de duygu atamaktan korkuyorum genellikle. “Bugün Deniz de bana üzüldü” demesin istiyorum.
Sesten duygulanımları alabiliyorum ama sese cinsiyet atamamaya çalışıyorum. Ama bazen danışanın şivesi, aksanı farklı geldiğinde söylediklerini kaçırmamak için ekstra dikkat ettiğimi fark ettim şimdi. Bazı şeyleri anlamak ve incelemek için bir sürü kategorilere ayırıyoruz, sonra da yarattığımız bütün kategorileri yıkmaya çalışıyoruz, ama bu her zaman kolay değil.
Politik bir eylem olarak dinlemek
Ben aktivistlerin çok hareketli bir hayatı olduğunu düşünürdüm. Bir aktivist stereotipi vardır ya, sokaktadır, hep bağırır. Ne bileyim olaylar olur, oraya gider. Gördüm ki illa öyle olmak zorunda değilmiş
Yaptığım işte gerçek bir aktivizm ruhu var. Çünkü şunu biliyorum, hattı açtığım bu odanın dışında benimle aynı fikirde olmayan insanlar var. Ama ben yine de odamın içinde bunu yapabiliyorum, hattı açmak için gereken güvenli alanı sağlayabiliyorum. Emeğimi veriyorum, zamanımı veriyorum, bunu hem karşıdaki kişi için hem de kendim için yapıyorum, çünkü ben hattı açarken kendimi gerçekleştiriyorum. Bunlar hâlâ bir şeyler yapabileceğime, pes etmeyeceğime dair inancımı tazeliyor.
Pasif bir aktivizm biçimi gibi geliyor, var olan politikaları değiştirmekten çok asıl öznelere ulaşmak ve bir birliktelik duygusu oluşturmaya çalışmak gibi.
Herkese hitap etmek gibi bir kaygımız yok, hedefimiz genel bir nüfusun farkındalığı için mücadele etmek değil, hedefimiz lubunyalar. Görünür olmaktan öte, daha özel bir temas olduğunu düşünüyorum bunun. İnsan insana ve dinleyerek yaptığımız bir aktivizm bu.
Asıl aktivizmin burada yürüdüğünü düşünüyorum, çünkü insanlar ilk bize açılıyor. İnsanlar ilk bizden yardım alıyor ve biz onları harekete geçiriyoruz. Hareketin görünürlüğünü çok dallı budaklı buluyorum. Çok ses var ama kimsenin sesi birbirine gitmiyor.
Benim sesim
Danışma Hattı benim sesimi ‘daha sesli’ hale getirdi bence. Hattı açtığımdan kimsenin haberi yok, kimse bilmiyor ve kimse bilmeden pek çok şey yapıyorum, insanlara dokunuyorum. Kimsenin haberi olmadan daha çok sesim çıkıyor, daha çok konuşuyorum.
Önceden cinsellikle ilgili bu kadar konuşamazken, Danışma Hattı’yla birlikte hem bunu konuşmaya başladım hem de sağlıklı olanın konuşmak olduğunu fark ettim, çünkü konuşmadan karşındakine istediklerini anlatamazsın ya da rahatsız olduğun şeyleri de söyleyemezsin. Hatta konuşabiliyor olmak beni de değiştiriyor.
Sınır çizme açısından danışma hattının kendi hayatımı dönüştürdüğünü söyleyebilirim, hayır diyebilmem açısından. Önceden hayır demek çok daha zordu benim için, ya da istemediğim şeyleri yapmak durumunda kaldım pek çok kez. Hatla birlikte bunu birkaç kez söyleyince, kesin bir şekilde tavrını koymak gerçekten iyi hissettirmeye başladı, gurur duydum kendimle.
Etrafımdaki kişileri bir tık dönüştürmeyi istiyorum, eskiden bununla uğraşmazdım, kendimi yormazdım belki. Ama artık bazı şeyler beni çok daha fazla rahatsız ettiği için, etrafımdaki kişileri dönüştürme isteğim de arttı doğal olarak, bu yüzden sesim de arttı.
Farklılıklar arasında bir hat açmak
Kırılgan idealler yerine bir aradalıkta kendini konumlandıran bir dinlemeyi dinlediğimizde neler duyarız? Şayet sesin kaynağı sesi çıkaranda değil, Eidsheim’ın öne sürdüğü gibi dinleyende ise, SPoD LGBTİ+ Danışma Hattı’nın gönüllülerinin hattın başında duyduğu ve burada bize duyurduğu çok fazla ses var: Arayanın sesi, dinleyen Deniz’in sesi, Deniz’i dinleyen gönüllünün ‘kendi sesi,’ bu sesi duyan Deniz’in sesi, Deniz’i duyan arayanın sesi ve farklı Denizlerin birbirini dinleyen sesi. Bu heterofonik sesler bütünü, aynı zamanda bir geri besleme döngüsü: Kaynağından koparak mekânlar, mesafeler, bedenler, farklar arası ilişkilerden oluşuyor. Bu sesler bütünü, seslerin birbirine karşı sorumluluğunun hem nedeni hem de sonucu. Kolektif bir durum olarak sesin farklı ve birbiriyle ilişkili katmanları.
Konuştuğum gönüllülerin sık sık kullandıkları “hat açmak” terimi, gönüllü olarak üstlendikleri görevin yanı sıra başka türlü bir ilişkilenme biçiminin metaforu olarak da düşünülebilir. Hat açmak, daha önce bağlantısı olmamış sesler için bir temas ihtimali, bir yol, bir patika açmak. Belki de lubunyaların temasını, dayanışmasını, bir aradalığını kırmaya çalışan bir düzenin altında açılan bir tünel—sesleri birbirine yakınlaştıran ve “görünür olanın altındaki görünmez hareketliliği, başka türden bağları, ilişkileri ve henüz duyulmamış başka seslerin—yani çok sesli bir ufkun ihtimalini açığa çıkaran” (7) bir tünel. Tünelin ucunda Denizler.
Çıt Çıt
- EVRİM KAVCAR -
Bu doğumlar:
Teresa bir karın gurultusundan doğmuşsa, Harem Sirkeci yolcuları da her gün karaya ayak basarken yanları sıra feribottan karaya inen araçların ağırlığıyla karaya vurup vurup kalkan o koca metal kapağın çıkardığı türlü seslerden doğmuşlardı. Bazılarımız gıcırtıyı andıran yavru martı seslerinden, bazılarımız apartman boşluğundan yükselen kavga gürültüden doğmuştu. Hidrofor sesiyle ölüp ölüp dirilenlerimiz de vardı; gece sessizliğinde öten elektrikli aletlerin fişlerini çekip ötenaziyi seçen de. “Dünyaya yeniden gelsen hangi sesten doğmak istersin,” diye sordu. Telepatik yöntemlerle sordu. Kurt Vonnegut’a sordu mesela. Sonra Mardin’de çöplükte dolaşan bir deri bir kemik köpeklere sordu. Anıramayacak kadar yorgun düşmüş yaşlı bir eşeğe, Ezidi göçünde hiç susmayan, müzenin bahçesinde tüylerini bıraka bıraka gezinen tavus kuşuna da sordu. Pek hazzetmese de çalışkanlığını takdir ettiği, sözde darbe zamanında aşka gelen fırıncıya da. Rwanda’da AIDS hastaları için gönüllü çalışan doktora sordu. Uganda’da bir ahırı okula çeviren, kendi çocuklarına da bu okulda eğitim veren öğretmene. Şehir hatları vapurundaki görevliye sormadı. O, burnundan soluyordu.
Bir sessizlikten doğmuştu bazıları. Çekim alanı oluşturan, girdikleri ortama da sessizliği bulaştıran bir sessizlikten.
Çöp kamyonunun çöpleri eziş sesinden doğmuştum oysa ki ben ve sesler ayrılmıyordu kokulardan. Martı çığlıkları da giriyordu işin içine. Mahallesine göre. Arka plandaki mahallenin, hava durumunun, belediye işçilerinin bağrışlarının ve tabi ki kornaların ve ambulans sirenlerinin de karıştığı bir sesti doğduğum ses. Metali, motor sesi baskın; ezilen plastik, kırılan cam, sıkışan ve pörtleyen sıvı atıkların çıkardığı türlü seslerle bezeli bir ses cümbüşünden doğmuştum, daha ayrıntılı hayal etmek isteyenler için bu daha bariz detayları evet verebilirim. Kendime beni doğuran seslerin çeşitliliğinden taçlar yapmıştım. Süslü püslüydüm ve dehşet zengindim kendimce. Elbet imrenişlerini ve beğenilerini de bir gün açık edeceklerdi geçerken kapı pencere kapayanlar. Nitekim geçenlerde alkışlara boğdular. Bir süreliğine. Dolsun kamyona suları aka aka koca poşetler! Koştursun temizlik işçileri! Yankılansın sokaklarda koca çöp bidonlarının kaldırıma çarpışları! Gelsin alkışlar! Ayakta alkışladılar böylece günlerce. Alkışlardan doğdum.
Bu tanıklık, bu kaçış:
“Hırsız onlar hırsız. Bu Afganlar var ya. Tırnakçı onlar tırnakçı,” diyerek geçiyor. Pazar arabasını sürükleye sürükleye.
Galata Köprüsü. Metal levhalar var ya köprü boyunca. Zeminde. İki levhanın birleşim yerinde diz çökmüş, nefesini tutmuş, metalin metale sürtme sesini, ritmi değişken o gıcırtıyı dinliyor. Levhaya basıp geçenlerin adım seslerine, o seslerin hızına, şiddetine ya da yumuşaklığına tanık oluyor. Levhaların sesinin üzerinden, altından, yanından bucağından gelip geçenler. Tahtakale’den alışverişten dönen bir şahsın peşi sıra sürüklediği pazar arabasının bir ayağı kırık. Levhayı çizerek geçiyor. Pazar arabasının metal levhaların birleşim yerinden geçerken çıkardığı sesleri de, levhanın bir çizik daha edinişini de, “tırnakçı onlar, tırnakçı” diyen o sesi ve sesin barındırdıklarını da duyuyor. Kulak misafiri mi oluyor yoksa tanık mı. Bunun üzerine düşünüyor. Metal levhalar, köprü kıpırdadıkça gıcırdıyor. Yeryüzünün levhaları oynadıkça nasıl sesler çıkıyor? Yer altında? Okyanus diplerinde? Kayan, birbirine sürtünen, sonra birdenbire üst üste biniveren levhalar. Kırılgan, dev levhalar. O levhaların kırılışının sesinden doğanlardan o. Dipten gelen o tarifsiz sesten doğanlardan... Dikkatini başka bir şeye vermek istiyor. Kalkıyor. Yürüyor köprü boyunca. Her bir olta atış sesinde dura dura. Köprü çok uzun geliyor. Sesinde ne var biliyor musun?* (8.10 Vapuru / Cemal Süreya) diyor kafasındaki ses. Hedef tahtasına fırlatılmış bir okun havayı delişinin sesi mi? Hayır. Galata Köprüsü boyunca. Gidiş dönüş. Vıjıııııt. Fiyüüüüt. Misinanın havayı ve havayla birlikte her şeyi en incesinden yarış sesi var.
Fiyüt.
Ve bu etik (nezaket?):
Asma yapraklarını kırmıştık onunla. Asmanın altına giriyorsunuz o çıt çıt sesinden doğru kırdığınızı anlıyor Ramazan amca. Doğru kırmanız lazım can çekiştirmeden tık diye çıt diye. Hava alması nefeslenmesi lazım yaprakların.
Bu tanıklık:
Kedi, genç adamın yakalamış olduğu balığa pati atıyor. Balık, oltadan sarkıyor. Adam, oltanın sapıyla kediye vuruyor. “Vurma kediye,” diyorum. Sakince. Kötü bir bakış atıyor. Genç bir adam değil; sevimsiz bir çocuk. Sanki kin var içinde. Ben mi yüklüyorum yoksa sevimsiz mi gerçekten. Kaymasın diye bezle tutuyor balığı. Oltadan kurtarıyor. Biraz ileride başka bir kedi patisini plastik kovaya daldırmış suda yüzen minik balığı tokatlıyor. Bir kız çocuğu gelip siyah bir kumaş geçiriyor kovaya.
Sevimsiz çocuğun olduğu tarafa yürüyorum maruz kaldığım yüksek sesli müzikten kaçmak, olta atma sesini daha iyi duyabilmek için. Ama çocuk doğru dürüst olta da atamıyor. Oltayı çıkarıyor denizden. Ekmek parçaları birikmiş oltanın ucunda. Şişman, kocaman bir ekmek topağı. Denizin yüzeyine çarptırıyor. Vurdurtuyor. Denizin yüzeyini oltanın ucundaki o ıslak ekmek topağıyla tokatlıyor. Ekmek topağı dağılıyor. Yüzeydeki denizanaları derinlere kaçıyor. Bayrak direklerinden biri kırık. Kumaşı tutan metal, ana direğe çarpıp duruyor.
Bu Tekrar:
Can kulağıyla dinleyenin, dinlediklerine dair sorusu damardan mı geliyor. Karından mı geliyor. Tüm içleri besleyen bir kaynaktan mı? Nereden?
Bu ihtiyaç:
Düşünmeye müsaade eden şahane bir sessizlik.
Bu hassasiyetler:
Sinirlerim bozuluyor ezan sesine tövbe tövbe estağfurullah Allah beni affetsin nevrim dönüyor ellerim titriyor kulağımı tıkasam olmuyor kaçsam ayaklarım tutmuyor. Kısın yavrum sesini dedim kaç kere hehe diyor kısmıyor. Yaşlıları gözden çıkarmışlar kimse dikkate almıyor. Sabaha karşı bir de hoparlörler cızırdıyor. Müezzinin sesi yükseldikçe patlak hoparlör, daha çok cızırdıyor. Sonra karşı çatıdaki yavru martılar tir tir titriyor. Daha gün doğmadan sinirlerim bozuluyor. Kalp çarpıntısı başlıyor. Bitecek. Tüm gün sürmeyecek biliyorum ama uzuyor da uzuyor. Bitse de yine başlayacak ya. Bir endişedir başlıyor. Tek de değil beş! Beş caminin ortasındayım. Torunumun tabiriyle durum çok leş. En yakındakine sözüm geçer belki dedim ama geçmiyor. Torunu oturttum. Dilekçe yazdırttım diyanete. Çocukcağız başın derde girmesin pamuk anne dedi şimdi durup dururken. Duramıyorum ben kuzum dedim. Yattığım yerden. Yatalak halimde duramıyorum deyince bir tuhaf oluyor. Bilmez miyim. Sesinde bir gülümseme; saygısından tutuyor kahkahayı. Tutma tutma diyorum. Ay duramıyorum bu sesten diyorum. Tutmayan bacaklarıma bakıp, ojeli tırnaklarımı oynatıp. Bedenimden yemişim kazığı. Kafam sağlam. Azcık da wasabi var sesimde. Japon Konsolosluğunun verdiği davette kibarlıktan gına geldiği ve sıkıntı bastığı bir sırada yemiştim de sesimden yerleşmişti o gün ateşi. Aaaaaa! Ezan başlıyor. Yine başlıyor. Tavana doğru duramıyoruuuuum diye bağırıyorum. Tavandan sarkan elektrik kabloları titriyor. Lambayı çıkardı torun gözümü rahatsız etmesin diye bastı bacak bir lamba koydu odaya. Loş ışık. Işık hoş da bir müezzin susuyor diğeri başlıyor. Duramıyoruuuum diyorum. Bir gülme tutuyor. Ağladığım pek olmuyor. Elimdeki plastik ördeği sıkıyorum. Ciyk ciyk. Ciyk ciyk. Tutamıyorum kendimi yine arıyorum tabi. Getirin megafonu ben okuyayım yavrum diyorum. İmam Hatip’e başladığın zamanı bilirim senin diyorum bak. Daha öncesini de söylemiyorum. Yutuyorum. Kuran kursu birincisi olduğun ve bakışlarının donukluğunu fark ettiğim o günü hatırlarım demiyorum. Ailenin gururla kapımızı çalıp da seni önümüze sürüp birinci oldu oğlumuz dediği, takdir beklediği, içerde burs vermesi için ikna ettiğim okul aile birliği başkanının da çıkıp bu mu öğrenci adayımız dediği o günü yutuyorum. Kaydını yaptırmayan aileni. Senin yerine burs alan diğer çocuğun kazandığı üniversitenin yurdunda yangında sesini duyuramayıp da yanarak öldüğünü. Getir megafonu getir yavrum mikrofonu getir hoparlörü getir diyorum. Tüm dünyaya da eş zamanlı yapın yayını ben okuyacağım bundan sonra duaları. TRT radyoda ses sanatçısıydım ben diyorum. Alo Alo? Telefon çekmiyor teyze diyor. Rol kesiyor hadsiz kitapsız. Kapatıyor.
Plastik masalara atarcasına bırakılan kül tablaları.
Bu Tekrar:
Can kulağıyla dinleyenin, dinlediklerine dair sorusu damardan mı geliyor. Karından mı geliyor. Tüm içleri besleyen bir kaynaktan mı? Nereden?
Sesi Geri Kazanmak
- AREK QADRRA -
Tüm merkeziyetçi düşüncelerin dışında, dünyanın çeşitli yerel kültürleri kendi çevreleriyle, insanlarla ve insan olmayanlarla kendi içsel saikleri ve hisleri aracılığıyla iletişime girerler. Görsel enformasyona ve aklın tutucu modellerine bağımlı hale gelen Batı kültürünün aksine, dillerinde sesin tonalitelerini, müziği kullanan yerel toplumlar ikili (dualist) sistemlerden uzak durmuşlardır. Batı’nın dillerinin katı sınırlarından ayrılarak, ses, yerli toplumlarda diyalektikten uzak ve mobilize (akışkan, genişleyen ve hür) bir dinamikte işlemektedir. Bu demek değildir ki muhtelif seslerle dolu ilk(s)el diller Batı dillerinin aksine bir yönde aks etmektedir.
Batı temelli ataerkil idealar ses kuramında sessel (sonik) naturalizmi yapılandırmaya ‘kusursuz’ bir şekilde ilerletme gayretinde olmuştur. Özne-nesne ilişkisinin bilimsel ve sessel bilgi üretimleri için ise karşılaştırılabilir nitelikte çıkarımları vardır. İster doğa sesleri, ister sesin natüralize edilmiş nosyonları veya sesin doğası üzerine konuşuyor olalım, sessel (sonik) natüralizm Batı biliminin ve felsefesinin istikrarlı ikirciklikleri üzerine kurulu ses dalgalarının üretiminde son derece keskin hatlarla belirlenen geleneksel özne-nesne karşıtlığı tarafından yayılır. Bunlar kültür-doğa, özne-nesne, zihin-madde ayrımları temellerinde belirlenir ve ikame ettirilir.
Sese hak ettiği asıl değeri verme çabasıyla, potansiyellerini ve kuvvetini keşfederek metin-ses sanatını (sound-text art) ve ses kolajlarını ele almak burada anlamlı olacaktır. Bu sanat yapma biçimleri burada bahsedeceğimiz üzere sesi anlamak için bir aracı ve yol olacaktır. Bunun da ilerisinde ses kolajı ve metin-ses sanatı, sesin ve akustik ekolojinin ne olduğunu anlamak ve etik - süreç - ses arasında bağ kuran (sanatsal) eylemler olmaları bakımından önem kazanır. Her iki sanat yapma biçimi de süreçlere ve karşılaşılan melez birlikteliklere, dilden uzak, yeni ve unutulmuş kavrayışlara kapı aralar.
—
Çevremizdeki ‘kötü’ olarak belirlenenler ve onların gürültüleri biyolojik determinizmin çıkarsamaları olurken, kendisinin yarattığı baskıcılıkla berrak, kusursuz, son derece sade ve tek kaynaktan anlaşılır olması için yayılan ses sınırlı algılamaya sebebiyet verir. Böylece doğayı basitleştirmenin en büyük etkeni olarak merkeze oturmaya kalkışır.
Bu noktada genişleyen sosyal fenomenler arasında karşılaşmalarla dünyayı daha iyi yaşama olanakları sağlayacak bir teori olarak akustik ekoloji kavramını önerebiliriz. Akustikte sesin yayılımını, farklı dalgaların birbiriyle girift yapılar ve ilişkiler oluşturmasını, türlerin iletişimini üretken ağlarla ve hiç sonlanmayan süreçlerle ikame ettirmek sesin asıl değerini bize deneyimletebilir. Merak ve anlama istenci ile ötekinin sesini duymaya çalışmak bizi edilgen-tutucu yapılardan kurtaracağı gibi tahmin edilemez birleşmelerle de süreçsel deneyimler doğuracaktır. Sonuçta türler arası birliktelikler çerçevesinde, alternatif değişim yapıları, üretim biçimlerimizdeki mübadeleler ve post-prodüksiyon süreçleriyle, ses yapmak ve dinlemek gibi yeni bir takım kültürler ediniriz.
İdame ettireceğimiz bu anlayışlar akustik ekolojinin hayat ve merak dolu noktalarında bize bir takım imkanlar ve anlayış perspektifleri sunacaktır. Doğa ve kültürün örtüşen ilişkileri ile yeni teoriler ve akustik ekolojiyle birbirimizi tanıma yolunda insan ve doğa katmanlarının karmaşık birliktelikleri bize yeni gerçeklikler yaratırken rehberlik edecektir.
Akustik ekoloji, insanı odak noktasından alarak doğanın temsilcisiymiş gibi davranmasının son bulmasında önemli rol oynar. Öteki tarafından ele geçirilmek, anlamak, birtakım maddi şeyleri hayatta tutmak ve ortaklıklar için uğraşmak, sesi odağımıza alırken gerçekleştirebileceğimiz eylemler oluverir. Süregelen olaylardan anları yakalamak, gelişen tüm teknolojik araçlarla karışımlar ve kavramsal bağlantılar kurmak, uyarlamalarla birleşmeler meydana getirmek uygulanabilecek iyi hamleler olacaktır. Çakışmalarla, sarmallarla ve sıralamalarla yeni zamansallıklar, hibrit karışımlar yakalamamız teknolojinin de eşitlikçi kullanımlarıyla mümkün hale gelir.
Gerçekliği kavrarken duymak, kökleşmiş ve ilksel/temel bir duyudur. Batı görmeyi diğer duyuların önünde daha merkezi bir noktaya yerleştirirken güdümlü teknolojilerle dünyayı algılamak ve onu anlam çerçevelerimiz içerisinde kavramak son derece sınırlı hale gelir. Duyularla birlikte, idrakın temel yöntemlerinden biri olarak vizyona odaklanmak göze görüneni görünmeyen üzerinde teşvik edici kılar. Dolayısıyla eksik olarak algılayacağımız varoluşun diğer birçok kapsamı ve sayısız asli türevlerinin üzeri örtülür, gözden kaçırılır.
Objenin dilini sınırlayarak hatta onu terk ederek, kişi, insan ve insan olmayan bir aradalıklar ile senkronize hale gelir. Bu da sesin yaratımı ve deneyimlenmesi yoluyla olacaktır. Ses ile gerçekleşen bu türden iletişim kanalları ve çeşitli metotlar insan-olmayan varlıklar ile insan arasındaki simetrik ilişkileri tayin eder, her birini eşdeğer konumlara yerleştirme kuvvetine sahip hale getirir. Ses tamamen fiziksel bir süreçtir. Hiyerarşik bir yapı içinde vuku bulmaması ile birlikte akustik içerisinde yayılımı heterojen ve etkileşimli olacaktır. Tabi ses dilden kurtarıldığı ölçüde hedefe yönelik değil, kendi asli yapısı bakımından süreçler arasında iletimi esas olacaktır.
Çeşitli türlerin sesleri, çevresel-akustik sesler, elektronik-mekanik sesler ve hareketlerin sesleri, sesin türevleri olarak insan ve insan-olmayan varlıkların katkılarını gün yüzüne çıkarır. Bu duyma deneyimi de sesin farklı süreçlerine kulak kesilmemizi sağlarken onun ne olduğu hakkında daha samimi anlayışlar geliştirmemize yardımcı olacaktır.
Peki estetik praksis olarak (estetik bir kaygı ve pratikle) dinlemek bize toplum olarak görsel dünyanın üretiminde ve etkileşiminde nasıl meydan okur veya cesaretlendirir? Dinlemenin bizim ne gördüğümüzün bağlamını genişleten ve meydan okuyan bir niteliği olacaktır elbet. Gürültüleri dinlemek, oluşum ve iletim süreçlerine odağımızı kaydırarak evvelden tahayyül edemediğimiz türden bilgileri, bir aradalıkları keşfetme olanağımız doğacaktır.
Antroposen'de (1) dünyayı algılamak sessel (sonik) sınıflandırmalarla nasıl mümkün olur? Bu faaliyet ses, sessizlik, uyum-suzluk, rezonans - dissonans ile psikoakustik alanda nasıl mümkün olabilir?
Dinleme pratikleriyle birlikte varlıklar ve türler arasında hikayeler örüntülemek, kurmak ve sürdürülebilir ilişkiler geliştirmek seste ve gürültüde, akustik-ekolojik süreçlerin dolayımında nasıl gerçekleştirilebilir?
Yaşam içerisinde teknoloji vasıtasıyla analog veya dijital yaratılarımız insan türü olarak doğa ile kurduğumuz karmaşık/dolaşık ilişkimize dair kuvvetli ve denk anlayışlar yaratmamıza olanak sağlar. Hiçbir zaman bizden ayrılmayan ve sürekli içinde yaşadığımız (ve içimizde yaşayan) ses ise enerjinin, yaşamın ve kurduğumuz her türden ilişkinin sembolik örtüşümleri
haline gelir. Peki, karmaşık süreçselliklerde beliren, algıyla farklı manalara bürünme eğiliminde olan, akustik alanlarda yayılan gürültüyü ne olarak ele alacağız?
Akustik çevremizde duymadığımız, duyamadığımız, dikkate almadığımız insan ve insan olmayan türlerin, objelerin ve gerçekleşen olayların sesleri her zaman mevcuttur. Bu mevcudiyetin içine uygarlık geliştikçe yeni "gürültüler" girmeye devam edecektir. “Ses kirliliği” ve gürültü dünya var oldukça susmamaya devam edecektir. Doğanın ilksel, bilinen ve bilinmeyen seslerinden otobanların, havaalanlarının, şehir caddelerinin, fabrikaların baskıcı sesleri üzerine akustiğin ve gürültünün ne olduğunu düşünürken geçmiş, günümüz ve geleceği hayal etme girişimlerimiz akustik ekolojik dolayımlarla nasıl şekillenmektedir? Sese kulak tıkayan, tanınmadık duyumlara yer bırakmayan Batı’nın aksine gürültünün doğasını ve sesi dilsel yapılardan, anlam içine oturtma takıntısından kurtararak (sesin) kaynağına eğilim göstermek bize nasıl bir anlayış kazandırır?
Gürültü her nasılsa odaklanmakla daha da belirgin hale gelen bir fark etmeninin içerisinde kalmıştır. Oysa biz nereye odaklanırsak gürültünün o akustikte hemen meydana gelme olasılığı daha yüksektir. Odak gürültünün eş anlamlısı değildir. Örneğin, Alzheimer hastası olanlar sesleri birbirinden ayırt etmekte zorlanabilirler. Bir çoğumuz herhangi bir [ses] kaynağ(ın)a odaklandığımız vakit zihnimizin diğer sesleri ekarte etmek istediğini deneyimleyebiliriz. Beyin anında bir fark unsuru yaratmaya eğilim gösterir. (2) Dikkat arka plandaki sesleri kısmak ve asıl önceliklendirdiğimiz sesi duymamız için bize yardım etme eğiliminde olabilir. Yani dikkatin indirgeyici kullanım şekli gürültüyü rahatsız edici ses kaynağı olarak kategorilememizi sağlar.
Gürültüyü istenmeyen ses kaynağı algısından azade etmek için eylemi ve süreci ele alabiliriz. Eylemlilikle ve katılımla hiyerarşik olmayan bağlar kurarak sesi nasıl algılayacağımız üzerine çalışabiliriz. Bu çaba meraktan doğacak olan ‘Öteki’ seslere kapı açma istencini süreçler üzerinden kuvvetlendirerek dünyayı anlamamıza yardımcı olur. Böylece yapıcı bir yolda merakla oyunun içerisinde kendimizi girift bağlarla konumlandırmayı öne çıkarırız. Dünyanın seslerle ve gürültülerle dolu olması bizler için bir problem olmalı mı? Aslında dünya tam da bu şekilde olmamalı mı? Dünyayı çok gürültülü olarak tanımlamak iyi bir şey değil mi? Doğa sessiz sedasız kendi yerinde duran bir şey olarak mı anlamak zorundayız? Sistemler ve makineler çok ses çıkardıkları için onları kötü, gürültülü veya şeytansı olarak mı görüyoruz? Gürültü sürekli bize rahatsız edici ve monoton geldiği için mi hep aynı ve tahripkar geliyor? (3) Gürültüsüz bir dünyada ses otoritenin aygıtı olmaktan başka ne işe yarayacak olabilir ki?
Gürültü ve ses üzerine düşünürken burada şiir, metin-ses ve ses-kolajların birbirleriyle oluşan döngüsüyle: mevcut türlerin çeşitliliğine, aradalıklara, nesnenin, dünyanın, aklın ve bedenin hiç durmayan seslerine, geri plana itilmiş çeşitliliklere, ses ve süreçlere, yoldaş türlere, (4) ötekine duyulan ilgiye odaklanıyorum.
Kelimeyi söz diziminden kurtarmak, bunu da tekrarlanan sözler, tekerlemelerle kurulan syntax’tan ziyade sese yapılan vurgularla idame ettirmek anlamlı olur. Bu yüzden bu gibi yeni metodolojilerle eyleme geçmek en önemli kısım haline gelir.
Seste özne-nesne ilişkilerine aracılık eden “yankı” (echo) figürünü maddi-semiyotik bir unsur olarak önermek de bunlardan biri sayılabilir. Maddi-semiyotik eleştiriler, anlamlar ve bilgi
nesneleri arasındaki ayrılmaz bağlantıyı ve birlikte yapılandırmayı; bunun süreçlerini vurgulayabilir.
(Bu terim, 'bilgi nesnesini, bu tür nesnelerin doğrudan mevcudiyeti veya aynı şey olarak, onların nihai veya benzersiz belirlemelerini hiçbir zaman ima etmeden, bedensel üretim aygıtının aktif, anlam üreten bir parçası olarak tasvir etmeyi amaçlamaktadır. Belirli bir tarihsel kavşakta nesnel bilgi olarak sayılabilir.)
Sessel (sonik) natüralizmin karşısına koyabileceğimiz, konumlu bilgileri seslendirmeyle bir metodoloji geliştirebilir miyiz? Cinsiyetlendirilmiş özne-nesne ilişkisini ses bilgisi üretiminin alanı olarak ele alan konumlu epistemolojiler, bilginin nasıl üretildiğine daha dikkat ederek sesin yaratımı ve varlıklar arası ilişkisel bağları öğrenmemizi sağlayabilir. (5) (konumlu epistemolojiye dipnot düş açıkla). Bu eleştirel ve düşünümsel bir ilişki içerisinde olabileceğimiz bir dünyanın gayretini simgeler. Vizyonu ve görmeyi, tanrısal ve hümanist bakışı bilgi üretiminin temel yapı taşı olarak ele alan Batının karşısına da türler arası varlıkların seslerini düşünmek ve eylemle çıkar. Böyle bir bilgi üretimi konumlu, farklılık ve merak dolu bir pratiğe sahip olmamıza yardımcı olacaktır. Sesin ürettiği başkalıkları indirgeyen mantığı ortaklıklarla, karşılıklı ilgiyle eleyebiliriz. Var olan farklılıkları kabul ederek ve buna karşı tüm sorunlu asimilasyonların hangi noktalarda gerçekleştiğini tespit ederek müşterek birleşimlerin efektlerini yüzeye çıkartabiliriz.
Peki, geleneksel ses üzerine düşüncede bir rahatsızlık yaratabilen (bunu karşı ve hakim yapılarda bir gürültü olarak anlayabiliriz) türsel figürler aracılığıyla sesle dünyadaki farklılıkların nasıl yaratıldığına daha fazla kafa yoran, sorumlu bir metodoloji geliştirebilir miyiz? Bu metodolojileri fiziksel-materyal düzeyde, sesin yankılarında (eko) kırılmalar ve yansımalarla (6) süreçsel sonik deneyimler olarak nasıl düşünürüz?
—
Ses modellerinden ne kadar soyutlanırsa, o kadar az mimetik, betimleyici veya aldatıcı hale gelir ve o kadar somut, doğru vasıflar kazanır. Bu durumu belki de queer bir soyutlama olarak kavrayabiliriz. Buradaki soyutluk apaçık, ilk bakışta somut varlığını vurgulamaktan öte, girift yollardan geçen daha detaylı bakmaya bizi iten, kabullenici ve merak dolu bir arayış içinde dilin, mekanın, seslerin, olayların, yapay hegemonik ardıllığına çelme takan bir hamlede bulunmak adına işlerlik kazanabilir. Gerçeklik fikrinin onun bir temsiline indirgenmesine karşı koymak için felsefi bir eylemlilik olarak sesin gerekliliğini burada ortaya koymak elzemdir.
Sesin doğasını kavramak için temsiliyetçi olmayan bir teori nasıl geliştirebiliriz? Burada asıl amaç sesin bir belirleyici madde akışı olarak maddi, gerçekçi bir açıklamasını ortaya koymak olacaktır.
.
Nesnelerin ontolojisine erişebildiği varsayılan rasyonel öznenin gerçekliği, eşit ve karmaşık ilişkisel bağlarla kendi gerçekliğini ikame ettiren ötekinin dünyasına ve onun üretebildiği bilgilere nazaran tek merkezli olacaktır. Sayısız cisimleşmiş karşılaşmalarla ve olası dünyalarla bu Batılı öznenin gözlerini açmak kayda değer bir çaba olacaktır.
Müştereklerin sıradışı doğasını azad etmek ancak sömürgeleştiren edimlerden çıkmak yoluyla birey(sellik) ve akraba örüntüleri oluşturarak gerçekleşebilir. Doğal kültürel çeşitlilik daha kuvvetli ağ örgüleri kurmaya muktedirdir. Yakınlıklar, akrabalıklar, yerel ilişkiler kurmak bireyler arası ve türler arası bağlar türetmek ve ayakta tutmak için ciddi bir faaliyet olacaktır. Gürültünün sıradışılığını kucaklayarak ve yaratıcı süreçlerimize katarak aykırı
saydıklarımızın gürültülerini anlama çabasına, deneyim süreçlerine girdikçe sürdürebileceğiz. Gürültünün her bir parçası tam da kendisini olağandışı olarak algıladığımız takdirde onu kucaklamak için hayati önemde olacaktır. Ses yayıldıkça, diğer seslerle iç içe girdikçe alelade ve ortak kimyasal tepkimelere, ilgiyle beslenen birlikteliklere açık hale geleceğiz.
Gürültülere ve çok sesliliğe odaklanabilen insan, ses ile olan ilksel (ilkseli burada, aynı zamanda, antik çağların yerel halklarının doğa ile daha dolaysız ilişkilerini de unutmayarak) bağlarını, modern çağın kendisinin çoktan elinden yitirdiği özünü tekrardan kavrayabilme macerası için yollara düşerek merkezi konumdan ayrılan, zengin yerellikler kuran yaratısal süreçlerde ilerler. (Hayatın içinde yolda olmak yaşanmışlığın, yapıtın, eylemenin, eyleyerek var olmanın ta kendisi değil midir her zaman). Olayları ve süreçleri yaşamaktan başka bu dünyada yapılacak pek az şey vardır. İnsan deneyiminde somut ve sabit olana ulaşma çabası, aynı zamanda algıda ilkel ve eşzamanlı olanın da keşfi olacaktır.
Burada icra edilen (sanat) dilin buyruğundan kurtulan ortak sesleri, ötekinin sesini anlamak için eyleme geçmiş soyut niteliklerle ortaklık eden somut bir eylemliliktir. Ses heceleri, fonemler, harfler, sözcük öbekleri, kelimelerle birlikte yaratılan fonetik şiirlerle birlikte, dilden kopuşu, sesi, anlamı ve iletişimi özgür kılma çabasına gireriz. Belki de sözün en gizli ve merkezi alaşımına dönmek için çabalamalıyız. Unutulan bu noktaya geri dönüşte şiirin nihai noktasında kalabilmek için son hamle anlam yüklü kelime parçacığını de terk etmek olacaktır.
Metin-ses sanatının kökleri muhtemelen ibadet törenleri için geliştirilmiş ilkel ilahilere kadar uzanır. Bu geleneğin bir uzantısı, aynı kelimelerin sürekli tekrarlandığı melodik olmayan sessel dini hitabetlerdir. Görsel Sanatlarda, metin-ses çalışması, soyutlamanın veya temsili olmayan sanatın gelişimine kadar dayanır.
Şiirsel yapıyla şekillenen metin-ses çalışmaları müzikten ziyade işitsel çalışmaları odak noktasına alan bir sanat yapma biçimidir. Bu çalışmaların temel yaratım malzemesi ve ele aldığı kaynak “sözlerdir” (ingilizce vocable olarak belirtebileceğimiz ve türkçeye sözcük; konuşulabilen olarak çevirebilsek de tam kelime karşılığı olmayan, “Bir anlam birimi olarak değil, yalnızca bir ses veya harf dizisi olarak kabul edilen bir kelime” (7) olarak ele alabiliriz). Metin-ses (text-sound) ve ses kolajı süreçlerini irdeleyen denemelerin temelinde gürültünün (hiç de formel olmayan) yapısını ele almak, insanın akustik manzarasında aklın gürültü olarak kategorilediği öteki sesleri geri plana itmeden eşit bir-aradalıklarla öğrenmek çabası vardır.
Ses edilgen dinlemenin aksine seyyal ve eklemlenen (birbiriyle sonsuz çeşitli bağlantılar sağlayan) simgeleştirme süreçleri yaratır. Her halükarda ses, insanda konuşma eğilimini destekleyerek anlam üretimine erişim sağlayacaktır. Böylece, sessel (sonik) sembolik özne, daha kesin bir deneyim olarak algılanabilecektir.
Text-sound terimi de, temel tutarlılık aracı söz dizimleri veya anlambilimden (semantics) ziyade ses olan dili karakterize etmek ile uğraşır. Anlaşılabilir kelimeler tarafından türetilen/ yapılan sesler düz anlamlardan ayrı olarak kendi tutarlılıklarını yaratırlar. Bu dil geleneksel olarak şarkı söylemekten farklıdır. Burada çeşitli ses perdelerinden azade, adeta konuşan bir sesle okunur. Ses perdelerinin hiçbiri spesifik ve belirli bir notaya atanmış değildir. Metin-ses sanatı, tanınabilir sözcükler veya fonetik parçalar da içerebilir, ancak ne zaman ki tonal perdeler çalışmaya dahil edilir veya ezgilerle sesini yayan bir müzik aleti araya eklenir veya
kelimeler evvelden icra edilen bir melodiye - ritme uyarlanır, işte o zaman sonuç müzik olacaktır.
Aslında metin-ses sanatı (Text-sound art), ilk anda dil üzerine spekülasyonlar gibi gözükse de, sesli ifade ve iletişim hakkında ciddi düşünümleri somutlaştırır; dil için bir ikame değil, sözlü güçlerimizin bir ifadesini temsil eder. Dilin veya sözel seslerin sahip olamayacakları, şiirsel olarak anlamalar veya rezonanslar ile yüklü, melodik olmayan işitsel yapılar meydana çıkar.
Nihai bir sonuca ulaşmayan, eksik, kesik, ilk anda sorunlu olarak algılanan ses kolajı da süre zarfındaki kaosu, gürültüyü, birbiri içine geçişi yaratmak ve deneyimlemek adına dilden öte sese, ve akustiğe yönelir. Ses kolajlarının süreçlerle şekillenen yapısı ve metin-ses çalışmaları sesin doğası hakkında unuttuklarımızı bizlere tekrar hatırlatacaktır.
Eylemek süreçtir. Odak eylemeye döndükçe sonuç ertelenir, önemini yitirir, eylemde bulundukça, bedenin, maddenin, doğanın atonal sesleri dünyanın devam etmesini sağlayan hayati gürültülerin kendisini yaratmaya ve sürdürmeye devam edecektir.
Kaynakçalar
1 Yüzyılımızda biyosferin insanlar tarafından geri dönüşü zor olacak şekilde tahrip edilmesi ve küresel iklim sorunu başta olmaz üzere dünyadaki mevcut yaşam koşullarında ciddi problemlere yol açılması: ‘insanla ilgili olan’ şeklinde kısaca özetleyebiliriz.
2
https://academictimes.com/our-attention-can-shift-our-ability-to-process-sounds-starting-in-th e-brain-stem/ (erişim tarihi: 11.07.2021)
3 Bailey’in ele aldığı bağlamı biraz daha genişleterek kendime soruyorum.
Bailey, Thomas Bey William. Microbionic: Radical Electronic Music & Sound Art in the 21st Century . Belsona Books Ltd., 2012
4 Yoldaş türler, içinde tarihlerin maddeleştiği, yani maddi, anlamlı, süreçsel, belirmiş ve kurucu olduğu, ilişkisel bir ontolojinin figürleridir.
Siborglardan Yoldaş Türlere: Teknobilimde Akrabalığı Yeniden Şekillendirmek’ten s. 242-246.
5 Epistemolojik düzeyde, konumlanmış bilgi kavramı, feminist amaçlar için hem ektisiz hem de zararlı olarak nesnellik-görececilik ikiliğinin dışında düşünme çabasıdır. Tarafsızlık olarak anlaşılan nesnellik yukarıdan, hiçbir yerden bakışı temsil eder. Tarafsız ve her şeyi kucaklayan kisvesi altında beyaz, heteroseksüel batılı erkek figürü vardır. Kendi ‘hiçbir yerde’ olan konumunu evrensel kılar. Diğer tüm konumları geçersiz ve öznel kılar. Öznelliği, sesi ve mevcudiyeti reddeder. Görecilik, hepsinin eşit olduğu farklı görüşlerin vizyonunu teşvik ederek herhangi bir nesnellik iddiasını reddeder. Sonuç olarak, tüm bakış açıları eşit olarak inşa edilmiş halde düşünülür ve tam nesnellik iddiaları yok edilir.
Haraway, Donna. (1988). “Situated Knowledges: The Science Question in Feminism and the Privilege of Partial Perspective.” Feminist Studies 14, 3:575-599
6 Goh, Annie (2017) Sounding Situated Knowledges - Echo in Archaeoacoustics. Parallax, 23 (3). pp. 283-304.
7 noun A word considered only as a sequence of sounds or letters rather than as a unit of meaning.
adjective Capable of being voiced or spoken
(from The American Heritage® Dictionary of the English Language, 5th Edition).
Gürültüler ve Teknofallik Dikilmeler
- ELİ BENSUSAN -
Genel olarak, sadece bu coğrafyada değil, her yerde, hem birey hem sosyolojik yapılar nezdinde (devletler, kurumlar) bir gürültüleştirme, ve ardından gelen dinlememe/kulak vermeme problemi olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda öncelikle gürültüyü tanımlamaya çalışacağım. Çeşitli örneklerle gürültü ve karşısındaki tepkileri, nedenleri ile irdelemeye ve ardından korku ile ilişkisini kurmaya çalışacağım. Kendi ürettiğim “teknofallus” kavramı ile bu dinlememe pratiğini ve gürültüleştirilen karşısında dikilmenin bir türünü biraz açmaya çalışacağım. En sonunda ise bu tepkimizi nasıl değiştirebileceğimiz (ya da dönüştürebileceğimiz) ile ilgili psikanalitik ve felsefi bir yaklaşımda bulunmayı deneyeceğim. Bunu yaparken “sen, tasarımcı falan, ne alaka” gibi soruları görmezden gelmeye çalışacağım.
Gürültü’yü şu şekilde tanımlıyorum: Bir insanın rahatsız olduğu sese verdiği atıf. Burada önemli kısım herhangi bir sesin kendi başına “gürültü” veya zıttı olarak tanımlanamayacak olması ve bunun kişi nazariyatında duruma bağlı olarak yapıştırılan bir yafta olması. Yani gürültünün kendisini akustik (genlik, şiddet, frekans gibi kavramlarla) ya da armonik açıdan tanımlamaya çalışmanın hiçbir anlamı yok, çünkü aynı ses kimine gürültü değil. Benim dans ettiğim müzik komşuma göre bir gürültü. Ses fiziksel olsa da gürültü en nihayetinde kişinin yansıttığı bir nitelik. Bu yüzden insanda yarattığı ortak etki olan rahatsızlık üzerinden ilerleyip tanımı detaylandırmak daha doğru olacak diye düşünüyorum.
Rahatsızlık, bir miktar korku içerir. Mesela kapı sesinden nefret ederim. Herhalde küçükken odama sürekli ani olarak girmişler! Gece bir yerden kapı sesi gelsin, bir anda yatakta dikilirim. Tebessümlerinizi hisseder gibiyim. Evet yazıma oradan devam edeceğim.
Korkuya karşı dikilme son derece yaygın bir tepki. Ölüm ereksiyonu mesela. Asılarak idam edilen erkeklerde gözlendiğini Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi’nden öğrendim. “Boşuna ereksiyon olmuyor idam edilen: dört ayak üstüne devrilirken, ölürken, kendinden geçerken, yere kapaklanma, yükselten ve yücelten bütün iktidar söylemlerini tersine çevirme isteği...”(Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi, sf28, Metis). Dolayısıyla kapı sesine karşı dikilmem, belki içten içe odama langır lungur giren babamı metaforik anlamda katletme isteği.
Ölüme karşı alınan bu hem sembolik hem fizyolojik reaksiyonun bir başka versiyonunu da gürültüye karşı veriyoruz. Çünkü bana göre bizi rahatsız eden aslında korkutuyor. Sanki derinden derine bu bir ölüm korkusu, öldürmeyecek olsa da. Ama ölen beden değil başka bir şey. Ve kimi durumlarda belki fena bir ölüm de olmayabilir, yerine doğan iyiyse. Buraya yazının sonunda değineceğim.
Dikilme, erekte olma, ayağa kalkma kendini çeşitli durumlarda çeşitli şekillerde gösterebiliyor. Mesela Gürcistan’da onur yürüyüşünde gökkuşağı sembolü asılı pencereye tırmanan, şiddet ve vahşetle onu yırtıp yerine kendi bayrağını diken şu adamda.
Şuna da dikkat çekmek lazım, o gökkuşağı bayrağı da karşısına dikilmiş vaziyette, dikilme tek yönlü değil. Fallus bazıları için varlık mücadelesinin sembolü ise, bu durumda görülebileceği gibi bir başka dikilen de diğerini bastırarak, yok ederek dikilmeye çalışıyor. Ona göre diğerinin varlığı gürültü; rahatsız ediyor. Korkutuyor belki. Homo-fobi denmesi boşuna değil. Ancak sanki korku karşısındaki kişiden değil. Bana göre ancak kişi kendi içerisinde açığa çıkardığı şeyden korkabilir. Bunu fark etmek önemli. Benim için insan ancak kendi içinde açığa çıkan bir şeyden korkabilir. Dolayısıyla korkunun kökenini kendinde arama cesaretini göstermelidir. Onun içindeki belki kendi kıstaslarınca ‘yeterince erkek’ olmayışının açığa çıkma korkusu mu? Korkunun açığa çıkması, perdenin kalkması, “apo-kalupsis” yani kıyamet aynı zamanda. Dolayısıyla bu adam dikilme biçminde de erkekliğinin ölmediğini kanıtlama ihtiyacı ile, bağırarak, kırarak, dökerek, haneye tecavüz ederek, şiddetle, kaslarını göstererek giriyor. Dikilmenin biçimi bize kimi zaman dikilenin ruh hali ile ilgili bir şeyler söyleyebiliyor.
Dikilmenin çeşitli geometrik halleri da var. Bunlar üzerinden meselenin giriftliği dolayısıyla politik bir okuma yapmak ne kadar doğru olur bilemiyorum ama formların soyutluğu kesinlikle kendini yoruma açması açısından çekici.
Gazze’den İsrail’e atılan füzelere karşı İsrail’in savunma sistemi Iron Dome (demir kubbe) tarafından atılan füzesavarlar, havada çizdikleri eğrilerle “arayan, bulan ve bastırmaya çalışan” bir biçim dili kullanıyor. Gazze’den atılan füzeler ise “tek merkezden, aşağıdan yukarı çıkmaya çalışan, doğrusal, hedefe yönelik çizgiler” çiziyor. Şukadarcığını söyleyebiliriz ki, bu imaj özelinde, karşısında dikilinen ölüm korkusu, bireylerin ölüm korkusu değil, iki bayrağın temsil ettiği sosyolojik bütünlüklerin ölüm korkusu. Bu görselden sadece iki tarafın farklı şekillerde korktuğu ve dikildiği söylenebilir.
Bazı yapılar veya kişiler kendilerini korumak için bu tip mekanize edilmiş teknofallusları kullanırlar. Kendi zihnimin ürettiği ve onu kurcalayan, ve herhangi bir yerde karşılaşmadığım bu kavramı burada açmak istiyorum.
Bu kavramın ilk kısmı olan “tekno’yu” bir teknolojikleştirme, nicelleştirme, bir şeyi sayılar üzerinden anlatma ve tanımlama amacını belirtmek için kullanıyorum. Bu sayısallaştırma çabası, alttan alta onların esas sonuçlarını saklamanın, ve sonrasında da bu sonuçları üstlenmekten kaçmanın bir yoludur. İlerlemeci bir aydınlanma vaad eder. Onları teknolojiyi geliştiren endüstri içinde yerlerine konuşlandırır, ve diğerlerinin üstüne sayılar vasıtasıyla çıkartır. Marinetti’nin Zang Tumb Tumb’unda yüceltilen sesler gibi mekanik üretim, endüstri aşkı vardır.
Hız, büyüklük, güç, ağırlık, yüksek ses, ve şiddet yüceltilir. Eskiyi silip kendi geleceğini fetişize eder. Bu açılardan teknofallus’un İtalyan fütürizminin faşizmini takip ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ve tabiki bu tekno-şey, sayıları ile anıldığı için onun oluşa getirdiği acı, yok edici güç, üzüntü gibi kavramlar bu seslerin arkasına gizlenir. Atom bombası teknofallusların (şimdilik) en büyüğüdür diyebiliriz.
Kelimenin ikinci kısmı olan fallus ise, sahiplerinin onlarla kurduğu ilişki biçiminden kaynaklanıyor. Fallus, sahibinin, bir efendisi olduğunu gösterir. Judith Butler, Cinsiyet Belası’nda “ ‘Fallus olmak’ babaerkil yasa tarafından imlenmek, onun nesnesi ve aracı, hem iktidarının yapısalcı anlamda ‘imi’ ve vaadi olmaktır,” der. Sahibi onunla gurur duyar, onun büyüklüğü ile övünür, o da sahibinin varlığını korur ve onu tekrar üretir; kimi zaman dölleme, kimi zaman temsil ile. Yani onunla çoğalır. Fallus, sahipliği üzerinden erkeklik ya da erk olmayı iddia eden birinindir. Ve tabi fallus sahibini yüceltir, sahip fallusunu. Çünkü biri diğeri olmadan kendisi olamaz. Fallus çökerse, erkek erkini, erkekliğini yitirir. Bu yüzden birbirlerini canları pahasına korurlar.
Teknofallus şöyle bir şey olmalı o halde: Endüstri ile büyüklük, şiddet, sayılar vasıtasıyla karşılıklı yüceltme ilişkisi içinde olan, kendini tekrar üretmeye hevesli, dikilen bir şey.
Eiffel kulesi gibi belki de, ilk yapıldığında bir çelik yığını olduğu için çok çirkin bulunan, endüstrileşmenin teknofallusu haline gelmiş bu yapı hakkında zamanın 40 civarı sanatçısı bir protesto metni hazırlamışlar. Hatta William Morris veya Guy de Maupassant’a ait olduğu hala tartışılan bir söz, bu kule hakkındaki nefreti epeyce açıklar gibi:
“Buranın bir müdavimi olarak bu yapıyı güzel buluyor musunuz?”
“Tabi ki de hayır, bu şehirde bu ucubeyi görmediğim tek yer bu!”
Eiffel kulesi çeliğin ve endüstrinin bir fallusu olduğunu en çok da şu şekilde kanıtlar, Çin’den Las Vegas’a dünyanın alakasız pek çok yerinde 50 civarı replikası bulunur, kimisi neredeyse aynıdır ve kimsenin saymaya yeltenemeyeceği kadar anahtarlık-kopyası ve hediyelik eşya üretilmiştir. Eiffel kulesi endüstriyi, endüstri Eiffel kulesini tekrar üretir. İşte teknofallik döngü. Zamanla kulenin “aşkın şehri Paris’te” aşkın sembolü olması da kültür endüstrisinin teknofetişizminin, insani duygularla olan savaşında iki karşılıklı görüşün savaşa savaşa iç içe geçmesi ve ayrılamaz halde, garip bir durumda bulunması açısından ilginç bir örnek olabilir.
Teknofallik dikilme bir yandan bir yer kaplama, varlığını kabul ettirme meselesi, ve her zaman şiddet içermek zorunda değil, kimi zaman daha insani şekillerde de insan “buyum” ve “buradayım” diyebiliyor, bir sanat eseri ile.
Şikago, yaşayanların kendisine bağlılığı ve oralı olmaları ile gurur duyması ile ünlü bir şehirdir. Sokaklarda, barlarda, insanların vücutlarında dövme olarak bulunan bu bayrağın içindeki mavi şeritleri şehrin coğrafyasından, dört yıldızını ise Dearborn Cephesi, Büyük Şikago yangını ve şehir için birer dönüm noktası teşkil eden iki adet dev fuardan aldığı şehirde yaşayan herkes tarafından bilinir. Bu övünç kaynağı bayrağın farklı bir versiyonunu Chris Buchakjian 2014’te dikti.
Şikago’da pek çok 4 Temmuz günü, hele bir de hafta sonuna denk gelince 3 gün boyunca atılan havai fişeklerin yüksek sesleri silah seslerini örter ve şehir adeta bir cinayet merkezi haline gelir. Zaten Güney bölgesi gettolaşmış ve sistematik ırkçılığın sonucu tehlikeli bir hale gelmiş bu şehirde, 4 Temmuz uzun bir süredir korkulan bir gün. Bu bayrakta 82 çizgi 2014 yılı 4 Temmuz’unu kapsayan hafta sonu içinde havai fişekler atılırken vurulan, 14 çizgi ise aynı gün cinayete kurban giden insanların birer veri görselleştirmesi. Sıradan Şikago bayraklarının gururu karşısında gurursuzlukla yükselen, onun dilinden konuşan bir teknofallus. Veri sadece görselleşmekle kalmıyor, aynı veri bir hakikatin adeta yüze çarpılması için bir araç olarak kullanılıyor.
Burada Walter Benjamin’in doktora tezinde değindiği sanat eleştirisi kavramına değinmek yerinde olacak, çünkü bu hakikatin açılması meselesi sanat eserini sanat eseri yapan en temel şey. Konu kısmen haddimi aştığından ve uzun bir irdeleme gerektirdiğinden dolayı birkaç temel kavramı açıklamaya çalışacağım. Eksik kalırsa, kitabı okuyup araları doldurabilirsiniz. Benjamin bu tezde önce Fichte ve Schlegel’in “düşünseme” diye çevrilen zihnin kendini görmesi, kendi üzerine düşünmesi meselesi üstünde durur. Benjamin Fichte’den şu bölümü alıntılar:
“Ben, kendini ortaya koyar (A), imgelemde kendi karşısına bir Ben olmayan (B) koyar. “Akıl oraya geçer... ve imgelemi, B’yi belirlenmiş olan A’nın (öznenin) içine almaya iter: Ama şimdi belirlenmiş olarak koyulan A’nın yine imgelemin yukarıda yaptığı gibi, sonsuz bir B’yle sınırlandırılması gerekir; ve bu böyle devam eder...tamamlanmış bir sonsuzluktan sonra mümkün olan en üst birlik ideasına varana kadar.”
Uzun lafın kısası zihin kendini ikiye böler, birini kendi dışına atar(-mış gibi yapar) ve dışarı attığı kısma bakar, burada sahte bir yarık oluşur, zihin ve gördüğümüz şeyin yine zihnimizdeki imgesi arasında. Daha sonra bolca düşünme içeren sürecin ardından bu yarık kapanmaya başlar ve bilgiye git gide yaklaşılır. Benjamin daha sonra Schlegel’den alıntılar ve “eleştirel yapıtının eğilimini ...bütündeki her şeyi değerlendirerek takdir etmek değil[veya yermek de değil] anlamak ve açıklamak...” olarak tanımlar. Daha sonra da şöyle konuyu toparlar: “Yapıtın eleştirisi daha ziyade onun düşünsemesidir, elbette bu düşünseme ancak yapıtın içkin çekirdeğini açığa çıkarabilir.”
Bu bakış açısı, alışageldik kartezyen özne nesne ayrımına ters; eser, eleştiri, gözlemci, sanatçı gibi ayrımların ortadan kalktığı, bunların hepsinin düşünseme sürecinde üretilen sahte çizgilerle birbirinden hem ayrı hem de birlikte olduğu bir sistem sunar. Ve en nihayetinde öznenin nesnesini yerdiği ya da övdüğü bir eleştiri değil, onun içindeki hakikati zihninde açtığı ve onunla bir nevi bir olduğu bir saf idrağa giden bir yol önerir. İşte eleştirinin amacı budur. Sanat eserlerinin yanında sürekli metin bulunması, galerilerde anlatıcılı turlar düzenlenmesi, bu amaca hizmet eder. Nesnenin ismi dahil, onun hakkında söylenen, yazılan, onun oturtulduğu bağlamın her parçası aslında onu eleştirir, dolayısıyla erişime açar. Tabi bu “apo-kalupsis”, kelimesinin anlamında olduğu gibi yine iki uçlu olacaktır, açığa çıkma veya kıyamet.
Yeni medya sanatçısı Refik Anadol için ise Instagram’a koyduğu hikayede göründüğü kadarıyla Ayşegül Sönmez’in sanat eleştirisi yazısı serisi “Refik Anadol’un Makine Hatıraları’nın Hatırlattıkları” tam bir “apokalips” olmuş gibi gözüküyordu. Bu yazıya karşı NASA’ya giriş kartı ile erişimi olan 70 metrelik bir anteni “çekemeyenlere” iletti. Bu devasa teknofallus, “sanatının halka indirilmesinin çekilememesi” ve “akademinin elitliği” gibi bir takım yan metinlerle desteklenerek dikildi.
“Otoritaryen Kişilik Üzerine” çalışmasında Adorno şöyle diyor: “Çağdaş toplumun karmaşalarıyla ilgili cehalet, modern tipten gerici kitle hareketi için ideal bir yeşerme zemini olan genel bir belirsizlik ve kaygı durumuna yol açar. Böylesi hareketler hep “popülist” ve art niyetli biçimde anti-entelektüeldir. Faşizmin hiçbir zaman tutarlı bir toplumsal kuram geliştirmeyip, kuramsal düşünme ve bilgiyi ısrarla ‘halktan yabancılaşma’ diye itham etmesi bir rastlantı değildir.” Bu çanak antenin mesajını kendi endüstriyel sanat anlayışını devrimci, düşündürücü, eleştirel sanata karşı dayatma faşizmi gibi okuyabiliriz. Yazılan eleştiriyi okumayıp, çekemeyip, bir de karşısına dikilmek...
Fallusunu dik tutan sayılara bağlı kültür endüstrisi, ve kendisini endüstrinin bir parçası olarak gören bir endüstriyel-sanatçı, düzeninin bozulmaması için kuramsal her türlü eleştiriye elbette kapalı olacak. Bunun nedeni kendisinin de aynı zamanda bu endüstrinin bir fallusu olması, ve kuramın onu eleştirmesinin bir “ölüm korkusuna” yol açmış olması olsa gerek. Tabi ki yazının pek çok yerindeki ölüm korkusu gibi, biyolojik bir ölüm değil, ideolojik bir ölüm.
Bir sanat eserinin başarısı, projeksiyonun lumeni, NFT getirisi, anlamsız birtakım imgelerin kimin, neyin üstüne yansıdığı, onun ne kadar ün kazandığı gibi parametrelerle ölçülmez. Benjamin’in tezindeki Novalis alıntısı şöyle diyor: “Şiir eleştirisi bir saçmalıktır. Karar vermesi bile zordur ama verilebiliecek tek karar, bir şeyin şiir olup olmadığıdır.” Yani beğendim-beğenmedim, bilmem nerede gösterilmiş, şurada yazılmış övgü-yergilerinden çıkıp o şeyin bir hakikati açma, dönüştürücülük, eleştirellik gibi kriterlerine bakmamız gerekiyor. Bunun için de işin derinlemesine içine girebilmemiz, yapıldığı bağlamı, kullanılan mecrayı, estetik elemanlarını iyice anlayabilmemiz, ve bunların ne şekilde niye bir araya getirilerek ne anlam ifade eden bir bütün oluşturduğunu tartışabilmemiz lazım. Etrafa saçılan anlamsız, sayılara bağlı görüntülerden oluşan bir teknofallus, herhangi bir örtük hakikatin açılmaması sebebiyle sanat eseri olarak kabul edilemez. Veri burada pop, parlak imgelerin altını sözde dolduracak bir pazarlama aracı olmuştur. Sergide verinin neye ait olduğunu anlatan, niçin seçildiğini belirten ve nasıl kavramlar zincirine dahil olduğunu açıklayan hiçbir metin yoktu. NASA’dan herhangi bir grup sayıyı almak yerine cam kurbağalarının yumurta dönemleri ile ilgili bir veri girilse ne değişecekti? Muhtemelen, “bilgisayarın veri ile gördüğü rüyadır bu” safsatası satılamayacaktı. Ne zaman ki sanatçı o veriler ve ortaya çıkan çalışma arasında anlamlı bir kavram örüntüsüne ulaşıp onları seyircinin açmasına vesile olacak nitelikte bir çalışma bırakırsa o zaman sanat eseri olacaktır. O zaman yapılan işin açıklamasında 16k çözünürlükte, şu kadar lumende gibi mecrasal niceliklerle övünülmeyecektir. Endüstrinin imgesini sanatçı, sanat eseri gibi teknofalluslar vasıtasıyla tekrar tekrar üreten izleyici o gün fotoğrafı çekilemeyecek bir dönüşüm yaşayacaktır. Aksi takdirde her eleştiride sanatçı ensesinde boşluğun açığa çıkması korkusunu hissetmeye ve dikilmeye mahkumdur. İşin en acıklı kısmı Refik Anadol’un önceki çalışmaları buna yaklaşıyordu. O ise teknofallik döngünün endüstriyel bir komponenti olmayı tercih etmiş gibi duruyor. Muhtemelen üstünden aylar geçmiş ve çok da önemsenmeyen, üstüne özürler de gelen bu konuya karşı benim inatla diklenişim, Adorno ile ortak bir travmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek.
Oysa ki her ölüm bir yeniden doğuş. Bir anka kuşu gibi belki. Bir simyacının yaptığı gibi. Simyacı elindeki maddeyi yakar. Onun kirecini suda dinlendirir. Parçalarını ayırır, yeni düzeninde olması gerekeni tutar, olmayacak olanı eler. Kalanı birleştirir. Onu bekletir, fermente eder, damıtır ve kalan minicik pıhtısı artık altındır. Antik Mısır’dan gelen simya biliminin özü hem sanat eseri yaratma sürecini, hem de ruhsal dönüşümü açıklamak için müthiş bir metafordur. İçeriğin ciddi bir emek ile, ve her parçası altın oluşturulurcasına dikkatle bezenmiş ilişkiler kurarak düzenlenmesi gerekir. Sanat bu özeni ve emeği ister, yoksa sıvama veya makyaj gibi yüzeysel bir dönüşümle bir gösteriş nesnesi elde edilir.
Tam bu yazıyı yazarken gökyüzüne uçan dev bir teknofallus, Amazon’un CEO’su Jeff Bezos ile birlikte uzaya yükseldi. Şirketinde idrar molasına çıkamadığı için şişeye işeyen insanlar olan Bezos’un “başarısı” birtakım rakamlarla desteklendi. Tabi herkes tarafından değil.
Her hakiki dönüşüm acılı tabi. Yine de her teknofallus’un bir sanatçıya, sanat eserine dönüşme imkânı olmalı bence. Platon’un karanlık mağarasındaki tutsak, ateşin önündeki nesnelerin gölgesini hakikat sanar. Sonra felsefe ile zincirlerinden kurtulup yukarı çıkan kişi bir anda güneşi gördüğü anda gözleri acır. İçeri dönmek ister. İşte gürültü karşısında dikilen beden tam olarak bu aradadır. Hakikatin sesi ve ışığı korkutucu gelmiştir. Kimisi bu acıya katlanır, mağaradan çıkmaya çabalar. Hakiki aydınlanma budur. Teknolojik gelişmeler ve rakamlarla desteklenen barbarlık değil. Dışarı çıkan kişinin gözleri dışarıya alışınca mağaraya döner ve insanlara dışarıyı göstermeye çalışır. Sofist diyaloğun da yazdığı gibi, mağaranın içindeki falluslu efendiler ise bundan rahatsız olur, tıpkı oltayla balık avlarcasına, mağarada ateşin önünde kukla oynatıp, oranın efendisi olarak hayatını sürdürürler. Dışarıyı görüp de içeridekilere hakikati anlatanları tıpkı Sokrates’e yaptıkları gibi cehalet propagandası ile saldırır, ölüme mahkum ederler.
Bu karmaşada nereye döneceğiz, kime inanacağız diyenlere tavsiyem aşağıdaki parçayı dinlemeleridir.
Kaynaklar
Adorno, Theodor W. Otoriteryan Kişilik Üzerine-Niteliksel İdeoloji İncelemeleri, Sel Yayınları, 2017.
Benjamin, Walter. Sanatta ve Edebiyatta Eleştiri – Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı, İletişim Yayınları, 2019.
Butler, Judith. Cinsiyet Belası, Metis Yayınevi, 2019.
Sayın, Zeynep. Ölüm terbiyesi. Metis Yayınları, 2017.
dw.com/en/protesters-attack-lgbtq-activists-at-georgia-pride-march/av-58177357
(toureiffel.paris/en/news/130-years/artists-who-protested-eiffel-tower)
(quoteinvestigator.com/2020/08/10/tower/)
(architecturaldigest.com/gallery/visit-eiffel-tower-replicas-located-outside-paris)
Sinemada Akustik Eril İktidara Karşı Feminist Dinleme İmkânı (1)
- BERFİN ATLI -
John Berger, Görme Biçimleri’nde, farklı farklı dönemlerden örnekler incelese de biraz karamsar olarak, kadınların görülme biçimin temelde değişmediğini anlatmaya çalışmıştı. “İdeal seyircinin her zaman erkek olarak kabul edildiğini, kadın imgesinin onun gururunu okşamak üzere düzenlendiğini” (Berger 1986: 64) hatırlatarak, bir deney önermişti: kafamızda veya resimlerin üzerinde; o ünlü tablolarda yer alan kadınları erkeklere dönüştürecektik. Sonra bunun yarattığı sarsıntıya (imgede değil, içimizdeki seyircide yarattığı sarsıntıya) kulak verecektik. Sonraları aklımda yer eden bu deneyi, filmler için yapmaya başladım. Rear Window’da elimde dürbünle karşı binadaki erkeği izleyen bir kadın olduğumu hayal ettim. Ve sarsıntıya kulak verdim. Şiddetliydi. Bakan-bakışın sahibi ve bakışın hedefi ikiliğinden, bakılır olmaktan, bakışın hegemonyasından kurtulmak mümkün mü sahiden?
Feminist sinemadaki fantazi evrenleri, sadece bakıştan değil, pek çok farklı düzeneğin birlikte çalışması ile anlamlı oluyor ve dönüştürücü kopuşlar yaratabiliyor. Bakışı kadar sesi, sözel düzenekler ve imgeler kadar, işitsel otoritenin nasıl dağıtıldığını, karakterlerin sesleri ve sessel deneyimleri ile ilgili araç ve gereçlerin nasıl paylandığını düşünmek bu nedenle önemli. ‘Flashbackler’ kime ait, yakın planlar kimlerin gözünden gösteriliyor, hayal sahneleri kimlerin hayal sahneleri, bakış açısı çekimleri kimlerin gözlerinden diye düşünürken; ses bandı nelerin ve kimlerin seslerini içeriyor, kimlerin duyduğu sesleri bizler de duyuyoruz ya da duyamıyoruz, bu sesler ile ırk-sınıf-cinsellik-etnisite gibi kesişimselliklere ne kadar açılabiliyoruz, feminist tarih ve geçmiş ile, sanat geleneği ile kulaklarımız aracılığı ile nasıl ilişkileniyoruz gibi pek çok önemli noktayı düşünmez oluyoruz. Oysa bunları düşünmek, yeni bir sorunsala gebe oluyor: Politik özneleşme biçimlerimiz, feminist dinlemenin imkânı ile nasıl derinleşiyor ve dönüşüyor?
Sinemayla ilintili üç farklı bakıştan söz etmek gerekir: film öncesi olayları kaydeden kameranın bakışı, nihai ürünü izleyen seyircinin bakışı ve perdedeki yanılsama içinde karakterlerin birbirine bakışı (Smelik 2008: 96). Laura Mulvey, öncü makalesi Görsel Haz ve Anlatı Sineması’nda, klasik eril anlatı sinemasının kurduğu fantazi evrenlerine eğilerek skopofiliyi (Bir kişiye delici bir şekilde bakmaktan alınan haz ), cinsel farklılık yoluyla gösterilen etkinlik ve edilgenlik ekseninde işlev gören bir yapı olarak incelemişti (Smelik 2000: 4) ve film izlerken aldığımız görsel hazzın, cinsel farklılık yoluyla iletilen iki yönünü (dikizci-skopofilik bakış ve narsistik özdeşleşme) ortaya koymuştu. (2)
Mulvey için önemli olan, sadece sinemanın temel düzeneklerinin değil, seyircilik deneyiminin de erilleştirilmesiydi aslında. Skopofili, Freud’tan ödünç alınarak (görme arzusu) bakış aracılığı ile teşhirden alınan zevke işaret ederken; bakmaya, görmeye ve göze kritik bir önem atfediyordu kuşkusuz. Büyülenme ve özdeşleşme ile göz, göbekten bağlıydı. Nitekim Mulvey’in makalesinde sorunsallaştırılan eril düzenekler ve kadınlar üzerindeki gücü, sadece optik değil, libidinal bir iktidarı düşünmeyi gerektirmekteydi. Hollywood’un büyüsü, bu görsel hazzın manipülasyonu ile inşa edilmekteydi. Kesinlikle. Fakat bunun yanında, bakıştan azade, seslere neler oluyor? Mulvey’in kuramından hareketle, optik iktidar kadar, “akustik eril iktidarı” da düşünebilir miyiz?
Bonitzer’den hareketle film organizasyonunun sadece bakış organizasyonu olmadığını, sesin de eşit derecede iktidar ve güç ilişkilerinin dağıtımında çok şey ifade ettiğini söyleyebilir, itiraz edebiliriz. Görsel düzeneğin ve bakışın yanında seslerin de nasıl düzenlendiğine ve aynı oranda cinsiyetlendirilmiş yapısına bakmanın elzem olduğunu savunabiliriz. Sinemasal fantazi evrenlerine dışarıdan ya da içeriden, sesler aracılığı ile, kendi feminist öznelliklerimizi dahil etmenin (ki belki de zaten ediyoruz?) bir yolu olabilir mi? Queer sinema ile Feminist sinemanın sesleri birbirini nasıl içerebilir, nerelerde kesişir ya da ayrılır? Dahası, feminist bir dinleme deneyimi, yalnızca kadınları ya da kendisini kadın olarak beyan eden herkesi, kadınlığı biyolojiye indirgemeyenleri içermenin yanında; normatif çerçevenin dışına atılanları, cinsiyet ya da cinsellik üzerinden ikili kategorilere sığamayanları, tuhafları, kötüleri, çarpıkları, arzu edilmeyenleri, atıkları, delileri, sapkınları, budalaları, sakatları, yoldan çıkanları, göçebeleri, çerçeveden taşanları, şeytanları nasıl kavrayabilir? Ailenin içerisinde kalamayanları ya da oraya uyum sağlayamayanları? Eril olarak kurulan bir film evrenine, feminist dinleme imkânı ile nasıl müdahalelerde bulunabiliriz?
Eril Akustik İktidar
Can Evrenol’un The Pencil – Turn Off Your Bloody Phone (3) isimli kısa filmi, eril ses düzeneklerinin üzerimizdeki gücü üzerine düşünmek için iyi bir örnek olabilir. Film son derece açık bir eril sinema evreni üzerine kurulmuştur. Bir sinema salonunda, filmin başlamasına az bir süre kala, göğüs dekoltesi özellikle dikkat çeken ve sinema salonunun karanlığında ekranın yansıyan ışığı ile bacaklarını görebildiğimiz genç bir kadın, cep telefonu ile uğraşır ve hemen arkasındaki koltukta oturan bir adam tarafından cep telefonunu kapatması yönünde uyarılır. Ancak kadın uyarıya aldırmaz ve telefonunu kapatmaz. Bunun üzerine adam, elindeki kalemi bir bıçakmış gibi kullanır, kadının kafatasına saplar ve bir delik açar. Kamera, kalemin ucuna yaklaştığında, kadının beyninden kopmuş et parçalarını ve adamın pantolon fermuarını açtığını görürüz. Delik, erkek tarafından penis ile doldurulur ve kadının tecavüzü için kullanılır. (4) Son kertede, kadının göz bebeklerine odaklanan açıdan artık ölmüş olduğunu anlarız fakat dudaklarına doğru kayan son kamera açısı, ağzından kan yerine meni aktığını göstererek final yapar. Tüm bunlar olurken, film boyunca oldukça eğlenceli, neşeli, mutluluk vaat eden bir piyano müziği kullanılır. Sinema salonundaki seyirciler, duruma tamamen kayıtsız bir şekilde, hiçbir şey duymayarak, sağır kalarak sinema perdesine bakmaya, mısırlarından atıştırmaya devam ederler. (5)
Filmde tercih edilen ve süreklilik gösteren klostrofobik bir yakın çekimden söz edebiliriz belki de. Sinema salonunun kalabalığına rağmen klostrofobiktir bu çekim ve bu özelliğini sadece tek bir mekânda geçmesinden almaz. Klostrofobiktir çünkü kadının maruz kaldığı şiddetin mekânda ve anda görülür, duyumsanır bir yanı yoktur. Ne var ki işitilir bir yanı da yoktur. Sessel bir karşılığı olmaz, kamera özellikle bunu vurgular, insanlar kayıtsızdır, sağırdır. Kadınların geceleri yürüdüğü tenha, tekinsiz bir sokak, bilinmeyen bir orman, tehlikeyi çağrıştıran bir arazi gibi kurulmuştur sinema salonu, kadının sesinin ya da çığlığının duyulmadığı, duyulmayacağı bir yer olarak… Sarsıcı olan, boş sinema koltukları ile değil, tersine, seyircili ve dolu bir salon ile yapılmasıdır bunun. Sinema salonunun bildiğimiz, bizlerde yer eden ve çoğaldıkça çoğalan bütün anlamları, duyguları eril ses düzenekleri tarafından çalınmış, işgal edilmiş gibidir filmde. Sinema salonu, özgürleşerek çıktığımız kamusal bir mekân değil, tecavüze uğrayabileceğimiz tehlikeli bir saatin sokağı gibidir artık: Kopmayan bir çığlık, sesimizin duyulmadığı tenha bir sokak. Filmin kadınlarda yıktığı ilk duygu buydu belki de: Sinema salonu ile (yalnızca bir mekân olmadığını her daim bilerek) kurduğumuz o mahrem bağın verdiği güven duygusu ve yerine gelen korku. Dahası, sinemayla kurduğumuz bağı değiştirmeye ve eril akustik iktidarın gücünü kullanarak bu bağı yeniden kurmaya çalışan bir cüretkarlık: sesimizin duyulmadığı, çığlığımızın kopmadığı bir yer.
Neyse ki bu sessel kodlar ve stratejiler ezeli ve ebedi değil, feminist dinleme imkanı ile parçalanabilir, dönüşebilir, değişebilir, yıkılabilir. Erkek kahramanın güçlü, baskın, kaplayıcı ve yiyip yutucu sesinin merkezde olmadığı, sinemasal fantazi evreninin yalnızca onun etrafında açılmadığı, düzenlenmediği, sesin ve bakışın eril göz ve kulak tarafından dağıtılıp örgütlenmediği, kahramanlar arası sessel hiyerarşiler kurmayan teknikler aramak, fark etmek mümkün. Bu noktada yakın dönemli iki film akla gelebilir. Geçmiş ve tarih ile kurdukları bağ bakımından benzer görünseler de aslında kurulma biçimleriyle oldukça farklı, bakışı askıya alan ya da bozan iki film bu: Céline Sciamma tarafından yönetilen, başrollerini Noémie Merlant ve Adèle Haenel'in paylaştığı 2019 yapımı Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi ile Sarah Gavron tarafından yönetilen ve Abi Morgan tarafından yazılan, İngiltere'de kadınların oy hakkı hakkını konu alan 2015 yapımı Suffragette.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi: Bakan aşıkların değil, duyan şairlerin yolu
Film, yüreğinde bakışın, aslında bakamamanın ve aksayan bakış ile diri kalan hafızanın gücünü taşır. Nitekim öncelikle bu iki hattan, hafıza ve bakıştan bağlanmak gerekir bu filme belki de. Bu bakış, cinsiyetin yiyip yutuculuğunu her daim hatırlatan eril bakış değildir. Tersine, kendisini teslim etmeyen, mesafelenen, kolay kolay buluşmayan, birbirine yönelemeyen bakışlardır söz konusu olan. Film, iki kadın arasındaki bir aşk hikayesini anlatması ile beraber bu aşk hikayesinin göbeğine hafızayı, aksayan bakışı, emeği ve sesi koymaktadır. İlk açılış sahnesi, başlangıçta tam olarak neye veya kime ait olduğunu fark edemediğimiz bir üst sesle başlar, dingin bir kadın sesiyle. Dikkate davet etmektedir bu ses, bakmaya, görmeye, incelemeye davet etmektedir ve ardından gelen görüntüler ile çizim yaptığını anladığımız bir grup kadına hitap etmektedir. Burada duyduğumuz sesin, tuvaldeki bir imajın üst sesi olduğunu fark ederiz daha sonra: “Bana bakmak için zaman ayırın, ellerime dikkat edin” diyen bir sestir bu, bir perspektif öyküsü dinleyeceğimizi baştan hissettirir. Ardından, kendisinin ressam olduğunu anladığımız sesin sahibi Marianne ile karşılaşırız. Onun ve öğrencilerinin tabloya bakışı ile beraber hatırladığı ve artık anıya dönüşmüş aşka, belleğinde canlanan öyküye, tablonun ardına doğru savruluruz. Filmin başındaki bu kurulum, daha en başından, izleyiciye bu filmin bakan ve bakılan, özne ve nesne, yaratıcı ve eseri gibi ikili ilişkilerin sabit değil aksine değiştirilebilir, bozulabilir ve ilişkisel olduğunu hissettirir. Filmin bütününün Marianne’in belleğindeki bir hikâye, hatırlayış olarak verilmesi, bir niyeti açığa çıkarmaktadır: Bakış ile Héloïse eşitlenmeyecektir. Onu tıpkı Marianne gibi kısmi görecek, bilecek ve hatta kısmi hatırlayacağızdır. Yalnızca sesi bütünlüklü olarak kalacaktır bize. Bu ses hatırlamanın kemiği olacaktır. Zaten Marianne de çok uzun bir zaman boyunca hatırladığını çizecektir yalnızca. Hem Héloïse’in yanındayken hem de onun ardından hatırladığını, hatırladığı kadarıyla çizebilecektir.
Anlatı içerisinde, Héloïse’e bakarak ve haz duyarak hikayeleştirilebilirdi bu film. Bakışın her zaman doğrudan olduğunu görebilirdik, bir ayna, tuval, kağıt veya arada yanmış bir ateşin dumanı olmaksızın, yansımasız bakabilir ve Marianne ile özdeşleşebilirdik. Gözlerimiz hep bir kırılmaya tabi tutulmayabilirdi, hep bir filtrenin, dolayımın sokulduğunu hissetmeyebilirdik. Doğrudan apaçık bir güzelliğe bakmanın hazzını yaşarken; Marianne’in Héloïse’in yüzü için, kulaklarını, ellerini nasıl çizeceğini düşünürken söyledikleri çınlayabilirdi içimizde. Oysa film boyunca kesintisiz bir bakma ihtimali devamlı engelleniyor. Marianne’in, “Onu iki kere daha gördüm,” demesinin yeni bir doğrudan bakışa ve karşılaşmaya tekabül etmediğini öğreniyoruz. Çünkü ilkinde bir tuvalden, portreden görmüştür Marianne Héloïse’i, yanında kızı ile. Diğerinde ise kendisini görmüştür; fakat bu kez Héloïse onu görmemiştir, başka bir yere bakıyordur. Doğrudan bakış, filmin sonunda da askıya alınır bu vesile ile. Fakat burada önemli olan; Héloïse’in ağlarken neyi gördüğünü görmeyişimiz, gördüğümüzün gördüğünü görmeden, yalnızca sesin gücünün onun yüzünde bıraktığı ifadeyi izlememizdir. Katmanlı bir bakıştır bu, bakış olmayan bir bakıştır, çünkü aynı zamanda sinemada sesin, bakışın iktidarına karşı “buradayım,” demesidir. Ses, görüntünün zorbalığından, gözün köleliğinden ayrı işleyerek, çerçevenin aştığı bir dünyanın varlığını hatırlatır, bölünmüş bir uzayı düşündürür, bakışın yarattığı özdeşimin sürekliliğine ve bütünlüğüne alışmış seyirciyi, konforlu seyirliğinden eder ve duymaya sevk eder. Héloïse’in baktığı yeri görmeyiz fakat müziği duyar, bu müziğin yüzündeki etkisini izleriz.
Orpheus mitinin filmde kullanımı da yine askıya alınan, vazgeçilen bakışın kristalleşen bir örneğidir. Sevgilisi Eurydike’nin ölüler diyarına göçmesinin ardından, Orpheus; tanrılardan yardım görebilme ümidi ile devamlı çalgısı liri çalmakta ve yakınmaktadır. Lir aracılığı ile çaba vererek yaptığı müzik ve müziğe eşlik eden yalvarışları öylesine etkileyici bir hal alır ki sonunda tanrılar buna kayıtsız kalamaz ve yeraltı tanrısı Hades, ilk ve son kez Orpheus’u yanıtlar ve sevgilisine kavuşacağını müjdeler. Ancak tek bir kural vardır uyması gereken: Eurydike yeraltının karanlığından, yer üstünün ışığına çıkana dek, Orpheus ona bakmayacaktır. Bu kadim yardım ile yer üstüne doğru çıktıkları sırada, tam ışığa ulaşırken Orpheus Eurydike’yi kaybetmekten korkar ve dayanamaz, bakar. Bu son bakış, Eurydike’yi yeniden karanlığın içine doğru sürükler ve kaybolur.
Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı’nda, Orpheus’un kurtarıcı bakışı üzerine düşünen Blanchot’a dair yazar. Blanchot, yazar ve esin perisi arasındaki ilişki ile beraber düşünmektedir Orpheus’un bakışını: Orpheus geriye bakar; çünkü ölüm eşiğini aşıp Eurydike'yi bütün görünmezliğiyle görmek, onun karanlık belirsizliğine biçim kazandırmak ister. Yazarın ötekinin karanlığına duyduğu bu arzu, yapıtın aynı anda hem esin kaynağı hem yıkım kararıdır. Yazının aynı anda hem kurucu hem yıkıcı edimidir. Orpheus, Eurydike'yi geri getirmek, yokluğuna biçim kazandırmak istediği için onu ikinci kez kaybeder; ona bakar ama yapıtı bütün belirsizliğiyle mümkün kılan da yokluğa biçim vermek isteyen bu bakıştır (Gürbilek, 2015: 116). Aslında bakmayış. Gürbilek’in işaret ettiği bu kavrayış, yazarın “esin perisine” büsbütün hükmedeceğini düşünmesinin daha baştan hatalı ve yanılsamalı olduğunu anlatmaktadır. Kurtarıcı bakış, edebiyatta, sanatta, resimde düşünülebilecek “kurtarıcı estetiktir” aslında. Aynı zamanda ölüler ile yaşayanları ayıran eşiği, yani eşiğin kendisini, yeraltının Eurydike’sinin yerüstünün ışığında temsil edilemezliğini, bir temsil krizinin ve şiddetinin de kaçınılmazlığını düşündürür. Kaybın benimsenmesini, kaybetmenin yazma ve yaratmaya içkinliğini önemser bu düşünce. Yazıda, böylece eserde sahicilikle bir bağ keşfeder: Yazıda bir sahicilikten söz edilebilecekse eğer, yegâne kaynağı bu başarısızlık bilinci olacaktır (Blanchot, akt. Gürbilek 2015: 117). Bu anlamda psikanalizin fantazide içkin olarak kavradığı kayıp da hatırlanabilir elbette. Bu kaybın sahiplenilmesi ve politik gücünü düşünebiliriz yeniden.
Héloïse kurtarılmayı istemez ve beklemez sahiden. Marianne ise “kurtarmaya” muktedir olduğunu düşünmez. Aşkı hatıraya dönüştürecek olan son bakış paylaşılmaz, yerine ses konur. Bu ses, bakışın aksine, yazının yazar, öğrencinin hoca, nesnenin özne, bakılanın bakan, dişilin eril tarafından kurtarılmadığı veya içerilip yutulmadığı bir paylaşımdır. Yazarın “başarısızlık bilincini” kucaklamasına benzer olarak, filmde de aşkın kucakladığı ve aslında aşka içkin kaybı duyumsarız: “Arkanı dön!” Bu sese kulak vermiştir aşık, bu sesi dinlemiştir, bu sese güvenmiş ve bile isteye kaybetmiştir. Aşkı bu ses ile hatırlamak mümkündür artık, fakat yüreğimizde değil, kulağımızda. Biçare değil, anıların bekçiliğine soyunarak. Suçlayarak ya da pişmanlık içinde değil, kulak vererek, hatırlayarak. Ve yokluğun yerine bir şey koymadan, anıya ve hatırlamaya sadakati eksiltmeden. Arkamıza bakmanın kefaretini bile isteye üstlenerek. Bakan aşıkların yerine, duyan şairlerin seçimini yaparak. Bu seçimin arkasında durarak; aşkın sesini taşıyabilme kuvveti hatırlatılıyordur belki de.
Suffragette: “Kimselerin ulaşamadığı o uzak ülkeye ne diye varayım?”
Yönetmenliğini Sarah Gavron’un yaptığı Suffragette (2015) filmi, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nden hayli farklı bir feminist fantazi evrenine sahiptir. Bu filmin politik gücü üzerine düşünürken; kimi zaman klasik anlatı sinemasının genel özellikleri ile uzlaştığını duyumsamamıza rağmen, geçmişe yönelik güçlü bir açılma yarattığını fark ederiz. Dönem, biyografi, tarih gibi unsurlarla biçimlendirilmiş bir filmdir Suffragette. Feminist bir tarih yazmak, geçmişe şimdinin içerisinde geri dönmek gibi meseleleri akılda tutmak önemli bu yüzden. Bu kez, 1912’nin Londra’sındayız ve dönemin Britanya’sında bir çamaşır fabrikasında çalışmakta olan kadınları izlemekteyiz. Görece geleneksel, apolitik bir yaşantı süren ve 13 yaşından beri fabrikada çalışan ve fabrikada doğmuş olan Maud Watts’ın, birinci dalga feminizmin politik ikliminde kişisel yaşantısının geçirdiği değişim ve dönüşüm, Oy Hakkı Mücadelesi ile pararel olarak hikayeleştirilir. Birinci dalganın oy hakkı arayışı, kadınların çifte mesaiye rağmen eşitsiz maaş alması veya keyfi ücretlendirilmesi, iş yerinde taciz ve tecavüz, ev içi emek, ekonomik bağımlılık, hukuki olarak kadınların velayet, miras ve mülkiyet haklarının olmayışı, ikinci cinsiyet olarak kamusal ve özel yaşamda saygı uyandırmayışları gibi pek çok problem işlenir filmde. Bununla beraber; şiddet-şiddetsizlik, militanca feminist mücadele vermek veya barışçıl yollar izlemek, mücadelede kadınlar arası zıtlaşmalar, anne ve çocuk arasındaki bağ, feminist hareketin içerisinde eşitsiz ekonomik pozisyonlardaki kadınlar, sınıf mücadelesinin feminizmle bağı, kamusal-özel ikiliğinin doğurduğu problemler, yas ve yasın toplumsal alanı kurucu ve dönüştürücü gücü de yer alır.
Açılış sekansı, tok, güçlü, yaşlı ve gençlerden oluşan kalabalık bir erkekler topluluğunun hararetli tartışmasından alınan seslerle başlar. Bu sekansta sesler ve görüntüler birbirleri ile uzlaşır halde değillerdir ve uyumlu olarak kurulmazlar. Bonitzer, Bakış ve Ses’te; sesi görüntülerin tahakkümünden kurtarmaktan bahsederken; “Ses, biliyorsa, bu zorunlu olarak biri içindir, konuşmayacak olan biri için,” diye yazmaktadır (Bonitzer 1995: 29). Bu açılış sekansında da bilen ve birilerinin yerine konuşan gür, tok, yüksek erkek seslerini işitiriz. Bu sesler aracılığı ile duyduğumuz cümlelerden bazıları şunlardır:
“Kadınlar sakin bir mizaca veya siyasal ilişkileri muhakeme edebilecek akli dengeye sahip değildirler.”
“Kadınların oy kullanmasına izin verirsek, sosyal yapımız bozulur.”
“Kadınlar babaları, kocaları, ağabeyleri tarafından gayet iyi temsil ediliyor! Oy hakkı verildiği anda önüne geçmek imkansız olacak. Kadınlar; parlamento üyesi, bakan, hakim olmayı talep edecektir.”
Bu seslere eşlik eden kısık onaylamaları, tezahüratları, alkışları duyarken; fabrika tekerleklerinin döndüğünü, kadınların çamaşırları ütülediğini, katladığını, taşıdığını, bir kadın ayakkabısının dalgalar yarattığı su birikintisini de duyarız. Güçlü ve tok sesleri keserler. Sesler akarken, kadınların fabrikada koşturduğunu ve işlerini incelik, titizlik ile icra ettiklerini izleriz, yani duyduğumuz cümlelerin sahiplerini değil. Ses ve görüntünün çarpıcı ve etkileyici uyumsuzluğu, klasik anlatı sinemasında alışageldiğimiz ve Bonitzer’in “sesin gizli iktidarı” (Bonitzer 1995: 28) dediği yapıyı parçalar. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nin kapılar, aralıklar, eşikler, kapı tokmakları, tüller, aynalar, tuvaller aracılığı ile görme arzusunun imajlarını ve bu imajların eşitsiz dağılımını kesmesi gibi, Suffragette’de de aynı dağılım ses üzerinden; kimlerin konuşmaya muktedir olduğunu ve konuşma gücünü kimleri sessizleştirerek aldığını düşündürerek yapılır. Kimi zaman görüntüler eşliğinde yalnızca kadınların öksürük seslerini, mırıltılarını, iç çekişlerini, yakınmalarını duyarız; kimi zaman ise meydanlarda bildiri dağıtan ve “Kadınlara oy hakkı!” diye bağıran öfkeli bağırışlar ile donatılırız.
Baş karakter Maud’un patronunun verdiği bir teslimatı yetiştirmeye çalışırken yolda bir vitrine rastlamasını ve camın ardına bakarak hayallere dalmasını izleriz ardından. Vitrinin ardında giyiminden üst sınıf olduğunu anladığımız bir cansız manken ve yine iyi giyimli iki çocuk cansız manken daha yer alır, geçim sıkıntısı yaşamaksızın hep beraber temsil edilirler güzel giysiler içerisinde. Maud, vitrine büyülenerek bakarken, hiçbir zaman böyle bir yerin müşterisi olamayacağını bilerek değil, anlık bir yanılsama ve adeta vitrinin ardında ona vaad edilen bir fantazinin keyfi içindedir. Ancak o sırada, Maud’un arkasında, sonrasında isimlerinin Violet ve Edith olduğunu öğreneceğimiz iki kadın oy hakkı protestolarından birini gerçekleştirmek için hazırlık yapmaktadır. Violet’in attığı ilk taş, Maud’un baktığı vitrini hedef alır ve vitrinin ardındaki vaad edilmiş fantazi evreninde kocaman bir delik açılır, Maud’un baktığı vitrin camı, Violet’in taşıyla parçalanır, etraf kırılan ayna ve cam parçaları ile dolar. “Aynaları kırmak, eril nazara, kadınsılığın kültürel temsillerine, kadınları birer orospu olarak görerek nesneleştiren bakışa ve kadınların kendilerine dair taşıdıkları bozulmuş imgeye karşı ritüelvari bir direniş hareketidir,” diye yazar Anneke Smelik (Smelik 2008: 136). Ancak burada atılan taşın açtığı delik, Maud’un devrimci tepkilerini bastıran muhafazakar-eril-tüketimci bir fantazi evreninin üzerindedir. Bu anlamda bakıştan ve büyülenmeden kopuşun habercisidir aynı zamanda. Dağılan vitrin camı, dağılan bakış ve kırık dökük olan görsel haz, Maud’u bir rüyadan uyandırır ve kitlelerin gürültüsüne, ayak seslerine dikkat kesilmesini sağlar.
Filmin açılış sahnesinde kullanılan güçlü, tok, kızgın erkek sesleri; filmin sona ererken yerini Maud’un sakin, dingin sesine bırakır. Maud, kederli fakat istikrarlı, sebat dolu bir ses ile, Dreams’ten okuduğu ve göçebe her kadın gibi onun da özlediği o “uzak ülkeye” doğru uzanan çok uzun bir yolun önümüzde sürüp gitmeye devam ettiğini hatırlatır:
Göçebe kadın, ilerler. Özgürlükler ülkesini arar.
‘Oraya nasıl ulaşacağım?’ diye sorar. Mantığı, cevap verir:
-Yalnızca ama yalnızca tek bir yol var.
İşçilik sahilinden iner, acının sularından geçersin. Başka yolu yok.
Kadın, geçmişte tutunduklarını bırakarak feryat eder:
-Kimselerin ulaşamadığı o uzak ülkeye ne diye varayım? Yalnızım… Yapayalnızım.
Mantığı ona der ki:
-Sessiz ol. Ne duyuyorsun?
O da der ki:
-Ayak sesleri duyuyorum.
…
Mantığı der ki;
-Onlarca, yüzlerce, binlerce kişi bunu bu şekilde yendi.
Onlar, senin izinden gelecek olanların sesi. Önderlik et.
Feminist dinleme imkânı diye bir şeyden söz edeceksek, kuşkusuz kayıplarımız kadar, bizlerden sonra geleceklerin ayak seslerine de önderlik etmek, bu dinleme deneyimini sahiplenmek, bakışın ses üzerindeki hakimiyeti üzerine düşünmek, akustik eril iktidarın üzerimizdeki gücünü anlamak ve tam da bu yüzden daha çok kulak kabartmak zorundayız.
1 Berfin Atlı, Feminist Araştırmacı, Sosyolog.
2 “Cinsler arası dengesizlik üzerine kurulu bir dünya düzeninde, bakmaktan alınan zevk, etkin/erkek ile edilgin/kadın arasında bölünmüş durumdadır. Belirleyici olan erkek bakışı, fantazisini kadın figürüne yansıtır; kadın figürü de buna göre inşa edilir. Kadınlar geleneksel teşhirci rollerinde aynı anda hem bakılan hem de teşhir edilen figürlerdir; görünümleri güçlü görsel ve erotik etki yaratacak biçimde kodlanır, böylece bakılası oldukları fikrini uyandırırlar” (Mulvey 1975: 211-229).
3 Film aldığı eleştiriler nedeni ile kaldırılmıştır, güncel izlenebilecek bir link: https://www.dumpert.nl/item/6339581_9897a8ab
4 Cezalandırıcı nesne olarak bıçak yerine kalemin tercih edilmesi üzerine de düşünmemiz gerekir. Tania Modleski, yazmak, eleştirmek, bir metin kurmak ve kalemle kitlesel fantaziler üretmek üzerine düşünürken; yazın geleneğinin kadınlığın zararına kuruluşunu önemli buluyordu. Nitekim, Sandra Gilbert ile Susan Gubarg’ın The Mad Woman in the Attic ’de yaptığı “pen is penis” tartışmasından faydalandı. Özellikle çalışmanın sorduğu sorulardan biri çok kıymetliydi: "If the queen's looking glass speaks with the king's voice, how do its perpetual kingly admonitions afect the queen's own voice?" Sonraları Berna Moran, “ölümcül kadın” olarak da ima ettiği, eril özgürlüğün tavan arasına sıkıştırdığı “çatlak kadın yazar” üzerine düşündü ve 19. yüzyılın edebi zihniyetinin cinsiyetli yapısına odaklandı. Pen is penis, yazarak üretmenin iktidarına ve bu iktidarın eril yapısına gönderme yaptı. Modleski için, “kalem ile penisin eleştirel eşitliği, kadınların yazmak için gerekli ekipmandan yoksun olduklarını ima etmekle kalmaz, kadın metninin kendisi de çoğu kez başka eserlerin ölçüldüğü ve istenmeyenin keşfedildiği bir standart olarak kullanılır” (Modleski 1982: 9). Evrenol’un filminde kalemin cezalandırıcı bir nesne olarak kullanılması anlamlıdır. Telefon kapatıldığı takdirde, kalem üretim ve yaratım etkinliğinin bir ifadesi olarak kalacak, erkeğin, belki de perdedeki filme dair bir eleştiri yazısı yazmasını veya notlar almasını sağlayabilecekti. Oysa kadın, düzen-bozucu, kural ihlal edici özelliği ve duyarsız tavrı ile bu akışı değiştirir, cezalandırılmayı “hak eder.” Önce kalem tarafından katledilir, sonra penis tarafından maruz kaldığı şiddet gözler önüne serilir. Ağzından akan meni, bir başka yakın çekim ile göğüslerine bulaştırılır.
5. Ayrıca bkz: http://www.sanatatak.com/view/can-evrenol-tecavuz-mizahini-savundu-siz-gerizekali-misiniz
Kaynaklar:
Arslan, T. U (2012). Bir Kapıdan Gireceksin. İstanbul: Metis.
Arslan, T.U (2005). Bu Kabuslar Neden Cemil?. İstanbul:Metis.
Bonitzer, P (1995). Bakış ve Ses. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Ersümer, O. A. (2013). ‘Teknik Düzey (Klasik Stil)’, Klasik Anlatı Sineması, İstanbul: Hayalperest Yayınevi.
Gürbilek, N (2015).”Orpheus Çıkmazı”, Sessizin Payı. İstanbul:Metis.
Gilbert, M. S ve Gubar, S (2016). Tavan Arasındaki Deli Kadın. İstanbul: Aylak Adam
Güçlü, Ö. (2017). ‘Normatif Perdeyi Saran Mavi Ayaz, ya da Mümkün Olanın Manzarasını Değiştirebilme Kabiliyeti: Blue (Derek Jarman, 1993)’. KaosQ+ Queer Çalışmaları, sayı.7.
McGowan, T (2018). Fantazi Politikası. Sahip Olmadığımız Bir Şeyin Keyfini Sürmek: Psikanalizin Politik Projesi içinde. Ankara: İmge Kitapevi.
Modleski, T (1982). Hınçla Sevmek: Kadınlar İçin Kitlesel Fantezi Üretimi. İstanbul: Pencere Yayınları.
Mulvey, L. ([1975] 2010). ‘Görsel Haz ve Anlatı Sineması’, S. Büker & G. Topcu (der.) Sinema: Tarih-Kuram-Eleştiri içinde, İstanbul: Kırmızı Kedi.
Mulvey, L. (2014). Görsel Haz ve Anlatı Sineması. Ahu Antmen (der.). Sanat Cinsiyet içinde, İstanbul: İletişim.
Smelik, A (2008). Feminist Sinema ve Film Teorisi, İstanbul: Agora.
The Pencil- Turn Off Your Bloody Phone
https://www.dumpert.nl/item/6339581_9897a8ab
Can Evrenol Tecavüz Mizahını Savundu: Siz gerizekalı mısınız?
http://www.sanatatak.com/view/can-evrenol-tecavuz-mizahini-savundu-siz-gerizekali-misiniz
Filmler:
Alev Almış bir Genç Kızın Portresi, 2019 / Yön. Céline Sciamma.
Suffragette, 2015 / Yön. Věra Chytilová.
The Pencil – Turn Off Your Bloody Phone, 2012 / Yön. Can Evrenol.
Bulutsu ve Taşsı Şeyler
- NURSEV IRMAK DEMİRBAŞ -
Dijital mekanla fiziksel mekanı kesiştirerek: Görünen, görünmeyen ve olmayan şeylerin örneğin: noktaların, parçacıkların, çizgilerin, yüzeylerin, bulutların, taşların, topoğrafyaların ve kuvvet alanlarının birbirine dönüşüp başka ölçek ve açılarla sonsuz kombinasyonda kesiştiği ve ışınlanabildiği bir evrenin çok küçük bir kısmını temsil etme denemesi.
*QR kodlardaki dijital mekanları istediğiniz fiziksel mekanla kesiştirebilirsiniz.
1.QR kodu okutunuz
2.Yönlendirdiği uygulamayı indiriniz.
3.Yatay bir yüzeyin üstünde telefonunuzu gezdirip uygulamanın fiziksel mekanı tanımasını sağlayınız.
4.Fiziksel Mekana yerleşen objenin ölçeğiyle, konumuyla ve rotasyonuyla oynayabilirsiniz.
Duyduğuna İnanma Canavarı
- ASUMAN TANYAŞ -
Hayatınızı Değiştirme Potansiyeline Sahip 10 kitap
- DOĞUKAN ŞAYAN -
Üniversiteden mezun olduktan sonra uzun süre varoluşçu psikoloji ve Lacancı psikanalizle ilgilendim. Zor metinlerin içine balıklama daldım ve saatlerce metinleri çözümlemekle vaktimi geçirdim. Ancak tüm bunların yanında söylemeye utandığım, söylersem nasıl bakışlarla karşılaşacağımı bildiğim bir gizli bir tutkum vardı: kişisel gelişim kitapları okumak.
Itiraf etmeliyim ki kişisel gelişime dair önyargıların büyük bir çoğunluğu doğru. Ancak bütün bir kişisel gelişim külliyatının üzerini çizmek de bana çok doğru gelmiyor; çünkü gerçekten içinde çok değerli kitaplar da var.
Bu liste 15 yıllık bir birikimin sonucunda bana çok büyük katkısı olan kişisel gelişim kitaplarını/kaynaklarını içermekte. listeye bakınca göreceksiniz ki bazıları alanında çok iyi psikologlar/bilim insanları tarafından yazılmış kitaplar. Hatta birileri o kitabın/kaynağın kişisel gelişim alanına girmediğini de iddia edebilir. Burda haklılık payı olabileceğini inkar edemem.
Ancak umarım bu liste önyargılarınızı kırmanıza ve harekete geçmenize bir nebze de olsa katkı sağlar.
Biri bize "karşıdaki insanı anlayabilmenin bir sınırı var mı?" diye sorsa çoğumuz "tabii ki" deriz. Ancak sosyal psikolog Nicholas Epley "Aklıselim"de bu sınırın sandığımızdan ne kadar aşağıda olduğu konusunda bizi ikna etmeye çalışıyor. Başkalarını (veya kendimizi) düşündüğümüzden daha az anlamakla kalmıyoruz, aynı zamanda başkalarının zihinlerini anlama yeteneğimize de aşırı güveniyoruz. Kitap, güncel araştırma ve deneylerden bolca örnekler vererek dünyanın başına bela olan "bize karşı onlar kabileceği" ve bunu nasıl aşabileceğimiz hakkında müthiş açıklamalar sunuyor.
2. Yaratma Savaşı - Steven Pressfield
Olmak istediğin kişi, yapmak istediğin iş ya da yaşamak istediği hayat hakkında belirli vizyonların var mı?. Ancak vizyonun olmasına rağmen yazmayan yazar, çizmeyen ressam vaya iş kurmayan bir girişimci misin? O zaman "direnç"in ne olduğunu bilirsin. İşte bu kitap tam da bunun hakkında.
3. Hızlı ve Yavaş Düşünme - Daniel Kahneman
Çoğu popüler psikoloji kitabının atası sayılabilecek büyük eser. Nobel ödüllü Daniel Kahneman'ın davranış psikolojisi, davranışsal ekonomi ve mutluluk araştırmalarındaki çığır açan çalışmaları çoğu insana ilham verdi ve büyük kaynak oldu. Bu kitap Kahneman'ın çalışmalarının anlaşılır bir özetini sunuyor. Düşünmek üzerine düşünme şeklinizi değiştirecek bir kitap.
4. Zaman Paradoksu - Philip G. Zimbardo, John Boyd
Ünlü Stanford Hapisane Deneyi'nin mimarı ve büyük psikolog Zimbardo ve meslektaşı Boyd'dan zaman algımız üzerine harika bir bir kitap. Dünya çapında yaptıkları uzun araştırmaya göre hepimiz temel bir zaman odağına sahipiz: ya geleceğe odaklıyız, ya şimdiye odaklıyız ya da geçmişe odaklıyız. Hepsinin de bazı sonuçları var elbette. Ben çok gelecek odaklı olduğum için, bu kitabı okumak çok şimdiki zamana odaklanmış insanları daha iyi anlamama yardımcı oldu. Ayrıca kitapta gerektiğinde odak noktamızı nasıl değiştirebileceğimize dair de harika tavsiyeler var.
5. Mutluluk Beyinde Başlar - Dainel Gilbert
Kitabın adı sizi asla yanıltmasın, hiç de öyle "new-age" safsatalarla dolu bir kitap değil.Harvard'da psikoloji profesörü olan Gilbert yıllardır mutluluk üzerine çalışıyor ve kitapta gerçekten dünyaya bakış açınızı değiştirecek olgusal bulguları paylaşıyor.
6. Atomik Alışkanlıklar - James Clear
Açıkçası tüm dünyada "fırtınalar koparınca" biraz önyargılı yaklaştığım bir kitap oldu. Ancak okudukça gerçekten "vay be, çok iyiymiş!" dedim. İyi alışkanlıkların nasıl edinilebileceği ve kötü olanların nasıl bırakılabileceğini anlatan bir başyapıt olabilir gibi geliyor bana. Kitap, harekete geçmenize yardım edecek çok fazla pratik öneri/plan sunuyor. Gerçekten fazlasıyla ilham verici.
8. Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı - Mark Manson
Yine çok satanlar listesinde gördüğümde büyük bir önyargıyla yaklaştığım bir kitap. Ancak elime alır almaz bir çeşit anti-kişisel gelişim kitabı olduğunu fark ettim. Çünkü diğer bütün kitapların aksine bize "Deneme bile, pes et. Yanlış olanı seç. Standartlarını düşür. Kendine inanmayı bırak. Acıyı takip et. Ve sonunda, kendini öldür." diyor. Neredeyse anlattığı her şeyle hemen hemen hemfikir oldğum nadir kitaplardan.
9. Ego Düşmanındır - Ryan Holiday
Psikanalitik düşünce ile fazla haşır neşir olmuş biri olarak kişisel gelişim alanında "ego" kavramının bu kadar yanlış kullanılmasına her daim takmışımdır. Ancak Stoacı düşünceyi kendine rehber edinen Ryan Holiday yine başka bir önyargımı bu kitapla yıkmış oldu. Kitap bize özetle şunları diyor: kendini unut ve işine odaklan. Mütevazı ve ısrarcı ol. Tutku ve güvene değil, disipline ve sonuçlara değer ver. Daha az şey ol, daha fazla şey yap. Yine anti-kişisel gelişim denebilecek bir kitap.
10. Bir Sanatçı Gibi Araklayın - Austin Kleon
Listenin en kısa ama en etkili kitabı. Yaratıcılık ve yaratıcı yaşam hakkında kısa, ilham verici, çoğunlukla pratik görüşler içeriyor kitap. Ayrıca yazarın diğer kitaplarını da şiddetle tavsiye ediyorum.
Cüneyt Üçgeni
- BÜŞRA KÜÇÜK -
“Mithat’cım halının ortasına neden sıçıyorsun sen? Annecim insan ekmek yediği evin halısına sıçar mı ya?”
“Miyaaaaaauuuv.”
“Senden şu hayatta tek beklentim tuvaletini kum kabına yapman. Çok mu şey bekliyorum?”
“...”
“Ayrıca bu eve gelen erkekler niye sürekli bir şeylerin içine sıçıyor? Ananız mıyım ben sizin götünüzü mü temizliycem sürekli?”
Mithat cevap vermiyor. Dünya, kıçını dönüp giden kediye bir terlik fırlatıyor. “Yetti be, vallahi yetti.” Kedi kıvrak vücut hareketiyle terlikten kurtulmayı başarıyor. Tıpkı eve gelen diğer erkekler gibi, diye düşünüyor Dünya. Paparayı yiyen dönüp gidiyor, bir daha gelmek bilmiyor. Önce sırnaşıp tepeme çıkıyor, sonra da halının ortasına sıçıyor. Bunlara iyilik yaramıyor. Bunlara 40 derece güneşin altında kalsalar su bile vermemek lazım aslında. Anlamaz bunlar, doymaz, gelir senin suyunu da içer bunlar. Öyle kuru peynir gibi kalırsın tabakta. Kimse de yüzüne bakmaz. Yok. Bunlara ekmek de yok, su da yok.
Cüneyt’in terk edişinin üzerinden bir hafta geçmiş. En fenası adamın evli olması değil, en fenası kendine yeni bir sevgili bulması. Evet, Cüneyt karısını Dünya’yla, Dünya’yı da Nazan’la aldatmış. Adam belli ki kariyerini aldatma üzerine yapmış. Ama daha da fena bir şey var.
Cüneyt’e soruyor Dünya; “Benim pijama koleksiyonumdaki en değerli parçayı çalıp nasıl karına götürürsün ulan? Hayattaki tek zevkim pijama biriktirmek. Sen benim en değerli mor fistolu pijamamı nasıl çalıp da karına hediye edersin?”
“Dünya, sana getirdiğim bluz da Nazan’ın bluzuydu. Bunu bir özür hediyesi olarak kabul edemez misin?”
Pijama koleksiyonu Dünya için çok kıymetli. Cüneyt’in çaldığı pijamayı Londra’dan almıştı. Seyahat ettiği her şehirden, her ülkeden kendine bir pijama takımı alıyor. Her gece farklı bir takımla uyuyor, böylelikle her gece farklı bir yerde uyuduğunu daha kolay hayal ediyor. Her sabah aynı yatakta uyansa da bunu pek kafasına takmıyor.
Cüneyt’e soruyor Dünya; “Sen beni nasıl aldatırsın ulan? Karına ses çıkarmadım diye gevşek mi sandın sen beni?”
“Kendine haksızlık etme Dünya’cım, senin yerin ayrı. Ama beni kendinden soğutmasan böyle olmazdı. Bu ilişkinin bitişinde ben ne kadar suçluysam sen de o kadar suçlusun. Bitmeyen isteklerin beni bezdirdi. Hep senin arzuların, senin kaygıların, senin hassasiyetlerin... Medeni medeni ayrılalım, uzatmayalım. Yoksa yeterince medeni değil misin?”
“Ulan piç, biz bir yıldır beraberiz. Telefon konuşmasıyla insan terk edilir mi? Bir yıllık sevgililik telefonda bitirilir mi?”
“Tamam, koşullar gereği seni yüz yüze terk edememiş olabilirim. Ama söz, çok yakın zamanda yanına gelicem, doğru düzgün terk edemedim, bir daha edicem. Bir de suratına karşı söyliycem, bitti diye. Söz diyorum ya, söz. Biliyorum çok haklısın, haklı olduğun tek konu bu üstelik. Andım olsun ki bir de ayrılık hediyesi alıcam. Artık anıt mezar taşı mı olur, çelenk mi olur, bakarız. Geliyim de bi tur daha ayrılalım.”
Dünya sinirden kendi etrafında dönmeye başlayacak. İçindeki yanardağlar paaat diye patlayacak. Gözyaşları sel olup şıkır şıkır akacak. Derisindeki fay hatları kırılıp bedeninde depremler yaratacak. Titreyecek ve kendine gelecek Dünya.
Alacak eline telefonu, Cüneyt’in karısı ünlü yönetmen Melek Üzüm’ün ezbere bildiği numarasını çevirecek. “Alo.” diyecek Melek.
“Merhaba ben Dünya, kocanın bir hafta önce terk ettiği sevgilisi. Mor fistolu pijamamı kargoyla bana gönderebilir misin? O pijama benim koleksiyonumun en değerli parçası da. Zahmet olmazsa diyorum, gönderebilir misin?”
“Ne diyosun sen orospuuuuu?” diyecek Melek.
Melek’in ağzına bu küfür hiç yakışmayacak. “Ya diyorum ki, mor fistolu pijamamı Cüneyt piçi çalmış sana getirmiş. Ulan o benim en güzel pijamam. Benim yani, anlatabiliyor muyum? Sen de istemezsin herhalde başkasının pijamasını? Di mi?”
“Kimsin kızım sen, kimsin, kiiiiiiim?”
“Cüneyt’in bir hafta önce terk ettiği sevgilisi. Bana da yeni sevgilisinin bluzunu göndermiş piç.”
Melek, telefonu Dünya’nın yüzüne kapatacak. Sinirden uçarak Cüneyt’in iş yerini basacak. Pijamayı herkesin ortasında suratına fırlatacak. “Bittin oğlum sen. Senin kirli donlarını havalarda uçuşturup dünya aleme malzeme etmezsem bana da Melek demesinler!” deyip gidecek.
Cüneyt hemen Dünya’yı arayacak; “Bana bak Dünya, Mithat benim kedim. Onu derhal bana vereceksin.” diyecek.
Dünya sinirden tersine dönecek. Tersine dönse de Mithat’tan vazgeçmeyecek. Kakalı makalı, Mithat’ı ölse Cüneyt’e bırakmaz. Piçe bak sen, pijamayı çaldığı yetmiyor, Mithat’a göz dikmiş. “Bana pijamayı getir, Mithat’ı al.” diyecek.
Cüneyt yemeyip içmeyip mor fistoluyla kapıda bitecek. Dünya kapıyı açtığı gibi Mithat’ın ortalığa yaptığı kakalarla dolu kovayı Cüneyt’in kafasından aşağı devirecek. “Mithat’cığından sevgiler.” deyip sırıtacak.
Fakat bu mesele böylece kapanmayacak.
Melek, kolları sıvayıp Cüneyt’le olan evliliklerini anlattığı bir piyasa filmi çekecek. Filmin sonunda, Cüneyt’in tanıştıkları günden beri nefret ettiği, Melek’in en yakın arkadaşı olarak bildiği Suat’la Melek’in taa en başından beri büyük aşk yaşadıkları ortaya çıkacak.
Cüneyt kafayı afiyetle yiyecek.
Bu mesele keşke böyle kapansa, kapanmayacak.
Nazan, en sevdiği bluzunun Cüneyt tarafından çalındığını fark edince Cüneyt’i takip etmeye başlayacak. Cüneyt’in kadınlardan çaldığı kişisel eşyaları zincirleme olarak bir önceki partnerlerine verdiğini fark edecek. Adam tutkulu bir vicdan temizleyici. Böyle ilkel düzenek mi olur, ben bununla uğraşamam deyip Cüneyt’i dümdüz terk edecek.
Cüneyt birkaç ay yalnız kalınca “Bende bi gariplik mi var acaba yaa?” diye düşünüp psikoloğa gidecek. Terapisinin üçüncü seansında annesinden bahsederken geçirdiği kalp krizi sonucunda ölecek. Krizin sebebiyle ilgili yapılan araştırmada, Mithat’ın kakalarından geçen virüsün kalbinde yarattığı tahribatın da az buz olmadığı gözler önüne serilecek.
Anneler ve kakalarla arası hiç düzelmeyecek.
- BY BAY R. -
Merhabalar, bildiğiniz üzere Eylül ayına girdik. Bu ay, benim gibi fantastik edebiyat severler için hüzün barındırır. Çünkü bu edebiyat türünü yaratan John Ronald Renuel Tolkien’in vefat ettiği aydır Eylül. Ben de Eylül-Ekim sayımız için çoğu öyküsünün aksine yazmayı bitirdiği ve hayattayken yayımlandığını gördüğü başyapıtı Yüzüklerin Efendisi kitap serisi ile bu eserin film uyarlamalarını kıyaslayacağım.
Yazıya serinin ilk kitabı Yüzük Kardeşliği’nde olan, ama filminde olmayan iki karakterden bahsederek başlayacağım: zamanın başından beri orada olan Tom Bombadil ve Altınyemiş. Bu ikili, Hobbit yurdu Shire’ın kenarındaki Bree ormanının içinde yaşamaktadır. Karakterler hikayeye ormandaki canlı ağaçların Frodo, Samwise, Peregrin ve Meriadoc’a saldırıp onları kendi içlerine hapsetmeye başlamalarının ardından Tom Bombadil’in Hobbit’leri kurtarması ve Altınyemiş’le beraber yaşadıkları eve götürmesiyle dahil olurlar. Kısa süre orada konaklayan Hobbit’ler Tom Bombadil’i yanlarına çağırmalarını sağlayacak acil durum şarkısını öğrenip sonra da Höyüklü kişilerin yurduna girerler. Aragorn’un atalarının vücutlarını sahiplenmiş ve 3. kitapta Rohan kralının yeğeni Eowyn tarafından öldürülecek Angmar’ın Cadı Kralı tarafından buraya gönderilen bu varlıklar Hobbit’leri yakalar fakat kimse öldürülmeden önce uyanan Frodo Bombadil’in şarkısını söyler ve o da gelip dörtlüyü kaçırır. Tom Bombadil’i ve Altınyemiş’i de üçleme içinde tekrardan görmeyiz ancak hikayenin ilk yarısı diyebileceğimiz Hobbit’lerin Shire’dan Ayrıkvadi’ye olan yolculuğu sırasında oldukça önemli bir role sahiptirler. Oysa filmde Peter Jackson, Tolkien’in aksine Orta Dünya’nın yaratılışına ve ulvi varlıklarına değinmemeyi tercih ettiği için zamanın başından beri hayatta olan ve asla da ölmeyecek Tom Bombadil ve Altınyemiş’i seriden çıkararak karakterleri direkt Aragorn ile tanışacakları Sıçrayan Midilli hanına götürmüş, höyüklü kişilerin görünüşünü ise Yüzüktayflarına vermiştir.
Dış görünüş demişken, kitaplar ve filmleri arasında bazı karakterlerin görünüşü açısından oldukça belirgin ve kitabı okumuş kişiler için hayal kırıklığı yaratabilecek farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin elflerin dış görünüşünü ele alalım. Kitapları okumayanları çok şaşırtacak şekilde, Yüzüklerin Efendisi’nin sembollerinden biri haline gelmiş Legolas’ın kitaplardaki saç rengi kahverengi. Bu konuda kesinlikle bahsedilmesi gereken diğer şey ise Arwen ve Galadriel’in parıltısı. Filmlerde iki karakter de etrafa o kadar kötü bir ışık efekti yayıyor ki, anlatamam. Özellikle de Galadriel’in elinde bir testi ile geldiği sahne, sanki gözlere işkence etmek için çekilmiş. Keşke iki karaktere de o parıltıyı vermeselermiş. Arwen’in hikayedeki rolü ile devam edersek, kitaplarda Hobbit’leri ve Aragorn’u bulan kişi Glorfindel’ken, filmde Arwen. Hadi bu nispeten kabul edilebilir bir değişiklik, sonuçta sadece ilk kitabın ortalarında hikayeye girip, çok ufak bir rol oynayıp çıkan bir karakter kendisi. Peki, Arwen’in babası Elrond’un Aragorn’la Arwen’in evlenmesine izin vermeyen baba konumuna getirilmesi ve Eowyn’in Aragorn’a ona aşık olduğunu her yönden belli etmesi ama Aragorn’un yine de Arwen’e gitmesi ile yaratılan Türk komedi filmi senaryosuna ne demeli? Yahu koskoca Elrond’u niye beyaz perdeye bilgeliği ile değil de kızının evlenmesinin önüne geçen baba olarak yansıtıyorsunuz! Zaten serideki her aksiyon sahnesini abartmışsınız bari kitapları okuyanlara bunu göstermeyin!
Bu arada kitapları okumamış olanlarınız aksiyon sahnelerinin abartıldığını söylediğimde şaşırmış olabilir ama bu su götürmez bir gerçek. Örneğin elf birliklerinin insanların yardımına koştuğu, yarım düzine Rohan süvarisinin iki yüz tane ork devirdiği ve filmin başında “Beşinci günün şafağında doğuya bakın” deyip ortalıktan kaybolan Gandalf’ın arkasında koskoca orduyla savaşın içine daldığı sahne her açıdan acayip güçlü olsa da, kitaplarda bu saydıklarımdan Gandalf’ın yardıma koşması hariç hiçbiri, hatta o meşhur replik bile yok! Bir kaç saatlik bir savaşın ardından ne zaman geleceği hakkında kimsenin bir fikri olmayan Gandalf önderliğindeki Eomer’in birliği ile Theoden önderliğindeki Rohan süvarilerinin kıstırdığı ork ordusu hızla yok olur, ve savaş biter. Özellikle de bu sahnede elflerin yardıma gelmesi hem filmlerdeki, hem de kitaplardaki evren açısından oldukça saçma. Kitaplarda, yüzlerce yıl önce elfler, Sauron’u devirmek için farklı ülkelerden toplanıp insanlarla ittifak kurar, az sayıda cüce de onlara katılır. Dagorlad’da, Oropher emir almaksızın emrindeki elf birliği ile orklara saldırır. Böylece üç ırkın yan yana savaşacağı son savaş olduğu için Son İttifak adı verilen savaş başlar. Bu sebeple kitaplardaki evren için, elflerin Rohanlıların yardımına koşması oldukça mantıksız. Filmlerdeki evren için de mantıksız çünkü bu savaş ilk filmin başlangıcında da gösteriliyor. Bir başka örnek de Fırtına tepesindeki mücadele sahnesi olabilir. Filmlerde Aragorn hızlıca dört bir yandan gelen yüzüktayflarını defederken, bunlardan bir tanesi Frodo’yu yaralar. Kitapta ise Frodo yüzüktayflarından birinin pelerininde bir kesik açar fakat bunu yaparken yaralanır.
Filmlerdeki aksiyon sahnelerini genel olarak eleştirsem de uyarlanırken oldukça değiştirilmiş olmasına rağmen (devlerin taşıdığı çok büyük bir koçbaşının kitaplardakinin aksine 9 surlu değil 5 taraçalı Minas Tirith şehrinin kapılarına saldırması, kitaplarda ATLARINIZI ÖLÜME SÜRÜN! konuşmasını Eomer’in Rohan Kralı Theoden öldükten ve askerler hiç umut kalmadı sanarken yapması, filmlerde ise Theoden’in son anda yetişip kendi askerlerini savaşa sürmeden önce bu konuşmayı yapması vb.) Pelennor Çayırları Savaşı’nın fil sahnesi hariç abartılmadığını, hatta tam tersine bütçeden kısmak için kitaptakinden daha az sayıda asker kullanılarak çekildiğini söylemeliyim. Orklar sanki bir avuçmuş hissi veriyor ve 45 dakikalık bir savaşın Minas Tirith’te sadece bir oda dolusu asker kalması için yeterli olması inanılır gibi değil.
Karakterlerin kişilik özelliklerine bakacak olursak, beni serideki çoğu değişiklikten daha çok rahatsız eden Gondor kralının soyu kaybolunca onun yerine geçen Vekilharç hanedanın hikayenin geçtiği dönemdeki üyelerinin karakterlerinde yapılan değişiklikler. Kitapta filmdekinin aksine Boromir Gollum’un yüzüğü elde edememiş hali değil, bir anlığına yüzüğün akımına kapılan ama sonra çok pişman olan, “ben ne yaptım!” diyerek görünmez olan Frodo’yu bulup kardeşliğin kampına geri getirmeye çalışan, yolda da Pippin ve Merry ile karşılaşıp onları korumaya çalışırken orklar tarafından katledilen bir kahramandır.
Denethor’a geçersek kendisi filmdeki gibi Boromir’e delice bir sevgi, Faramir’e ise nefret beslemiyordur. Yine de kendisinin Boromir’e daha çok değer verdiği, Boromir öldükten sonra Pippin ve Gandalf’la konuşurken söylediği, “Onun yerinde Faramir olmalıydı!” sözünden belli. Filmdeki gibi Faramir’e inanılmaz kötü davranmadığı için kitaplardaki Faramir ile filmlerdeki Faramir arasında dağlar kadar fark var. Kitaplarda Faramir, Frodo ve Samwise’ı misafir eder. Filmlerde ise yüzüğü babasına vererek onun gözüne girmek için tutsak eder. Osgiliath işgal edildiğinde ancak onların Orta Dünya’yı kurtarmak için tek umut olduğunu anlayıp serbest bırakır.
Gimli’nin filmlerin komedi unsuru olarak kullanılması da bahsedilmesi gerekenlerden. Kitaplarda olmamasına rağmen filmlerde Gimli, Legolas ve Aragorn ile kendilerini üç avcılar ilan ettikten sonra orkların peşinden koştururken oflar poflar, biz cüceler at sırtında daha iyiyiz der. Kısacası amacı izleyiciyi güldürmek olan çok fazla şey yapar. Ama kitaplarda bunların hiçbiri -tıpkı üçüncü filmdeki “değişik” gülüşü gibi- yok.
Her ne kadar kitaplar ile filmler arasında oldukça belirgin farklar olsa da, ikisinin de oldukça başarılı olduğunu söylemeye gerek yok. Ama kitabı okumanın mı yoksa filmleri izlemenin mi daha iyi olduğu konusuna gelirsek filmleri izleyen birinin onları tarif ederken aklına gelen ilk kelime “epiktir”. Kitapları okuyan biri ise onu, epik bir seri olarak tarif etmez; uzun bir yolculuğu anlatan huzur dolu bir seri olarak tarif eder. Ayrıca eğer Tolkien’in yazı diline alışık değilseniz ilk kitabı okurken içiniz şişer. Ama size şu kadarını söyleyeyim ki, heyecanlı bir şekilde hızlıca ikinci kitabı ve Rohan Süvarileri için tezahürat ederek üçüncü kitabı okuduktan sonra, daha önce hikayenin ilk yarısı dediğim kısmı çok özlersiniz. Çünkü Tolkien ağır ağır karakterleri ağaçların arasında dolaştırırken, Shire ve Yaşlı Orman’ı o kadar güzel anlatır ki kendinizi oradan defalarca geçmiş ve her yeri bilen bir hobbit, ya da Tom Bombadil gibi hissedersiniz. Caradhras Dağı zorlu yaşam şartlarının güzel betimlemesi ile sizi kemiklerinize kadar titretir, öyle ki soğuğu hissetiğiniz için orayı o kadar sevemezsiniz. Ulu Nehir’i de hızlıca kayıklarla geçtiğiniz için o kadar ısınamazsınız. İnsan krallıkları, Gondor ve Rohan’ı koşarak geçtikten sonra Shire’da uçarak geçen birkaç sayfa okursunuz ve hikaye biter. Ama siz daha buna hazır değilsinizdir. İlk kitaptaki o huzurlu Shire’a dönmek istemektesinizdir, fakat bunun için ilk kitabı tekrardan okumaktan başka yapacak bir şey yoktur. Filmlerde ise oradan oraya koşturur, mekanlara bağlanamaz, mücadele üstüne mücadele izlersiniz. Eğer öncesinde kitapları okumadıysanız filmlere bayılırsınız, ama okuduysanız en fazla “o dönem için başarılı görsel efektleri var” dersiniz. O yüzden de önerim, önce filmleri izleyip, sonra da aksiyona dair beklentinizi düşük tutarak kitapları okumanızdır.
Sonraki sayıya kadar hoşçakalın.
Bu Hikayeyi Uyarlasak Da Mı Okumasak Yoksa Uyarlamasak Da Mı Okusak 2: Hepsine Hükmedecek Tek Kitap, Yüzüklerin Efendisi
Yayın Kurulu Öneriyor:
- SEKME EKİBİ -
yeşim:
bu sefer tariflerini yapmayı çok sevdiğim birini önermek istiyorum: burcu eminoğlu. pandemi döneminin başlarında keşfettiğim ve çoğu insan gibi sıkıntıdan mutfakta farklı şeyler denemeye başladığım zamanlarda youtube önerilerinde karşıma çıkmıştı. yapmasam da tarif izlemeyi severdim ama burcu’nun tarifleri anlatırkenki netliği de çok güzel. ‘deneyin, asla pişman olmazsınız’
yeliz:
Ingmar Bergman’ın “Scenes from a Marriage” (1973) yapımı şu sıralar daha çok modern bir uyarlaması olarak tanımlanan HBO mini dizisi ile gündemde. Belki bir öneri konusu olamayacak kadar zaten izlenmiş/izleme listelerimizde yer almış olsa da Bergman’ın yapımını Jessica Chastain ve Oscar Isaac’li yeni “Scenes from a Marriage” mini dizisine başlamadan önce kesinlikle izlemeli, Liv Ullmann ve Erland Josephson'ın muhteşem oyunculuklarını görmeli.