Bir Dönüşüm Süreci, Bir (Yeni) Sekme!
- YAREN EREN BUDAK -
Olağan ile olağan dışı arasındaki farkın silikleştiği zamanlar; çağ eşikleri. Kullanılagelen dil, olan biteni anlatmaya yetmez, yeni şiirler yazılır. Eldeki ilaçlar ne çoktan açılmış ve derinleşmiş yaralara, ne de daha önce benzeri görülmemiş yeni bir hastalığa çare olur; yeni ilaçlar gerekir, aranır, bulunur. Eski dünyanın müziği bugünün sorusuna cevap vermez olur; gündem değişince ses de değişir. Çağ eşiklerinin ardından insan değişir—belki, şanslıysak—yenilenir, dünya değişir. Zaman birdenbire ileriye sıçrayabilir, geriye de dönebilir. Sekme, geride kalanı ve yerine geleni anlamaya, anlatmaya çalışan bir dergi.
Değişimin ardından bir süre susulabilir, dinlenilebilir, takatsizce olan bitene seyirci kalınabilir. Elbette yalnızca durulabilir; durmaya ihtiyaç duyulabilir. Çağ eşiklerinin ardından, pekâlâ söz söyleme ihtiyacı da belirebilir, artabilir, taşabilir. Biz tam olarak hangi evresinde olduğumuzu kestiremediğimiz bu “tuhaf” ve uçsuz zamanda söz söylemenin; soru sormanın, cevaplar aramanın—bazen bulamamanın, ama yine de bakınmanın; deneyler yapmanın, oyunlar oynamanın; kulaklarımızı eğitmenin ve dinlemeyi bilmenin, keşfetmenin peşinden koşarken, benzer ümit ve motivasyonlarla bir araya geldik. Bütün bunları çevrimiçi dünyanın mümkün kıldığı bir nevi “yeni” ifade araçlarını kullanarak, kullanılmasına teşvik ederek yapmak istedik. Sekme bir disiplinlerarası dergi.
Bir basılı dergiyle tanışmanın, sayfaları arasında gezinmenin, kimi satırlarının altını çizmenin, yıllar sonra o satırlara yeniden dönüp kavuşmanın, bilgi tazelemenin; yeni sayısını çıktığı gün bayiiden aldığımız o dergileri eksiksizce arşivlemenin hazzını tanıyoruz, seviyoruz da. Fakat bu yarı-romantik hazdan ödün vermek için ikna edici sebeplerimiz var. Sekme’de sözümüzü/sözünüzü bazen kaydedilmiş bir ses, bazen bir video-art gibi çeşitli multimedya medyumlar aracılığıyla, bazen tek bir fotoğrafla, çizimle aktarıyor olacağız. Biz bu bir nevi çok-dilliliği seviyoruz. Sekme, başta bu sebeplerle bir çevrimiçi kültür-sanat dergisi.
Farklı perspektiflere, görüşlere yer vermekten çekinmiyor; aksine, çeşitliliği besleyecek her türlü içerikle ve üreticisiyle tanışmayı dört gözle bekliyoruz. Neyin karşısında ya da yanında durursak duralım, düşmanlık beslemenin, kin ve öfke duymanın neredeyse kaçınılmaz olduğu, tüm bu duyguların bizleri yalnızlaştırdığı bu iklimde/sistemde; kapsayıcı ve iletişim yanlısı olmak için kuvvetlice bir çaba harcadığımızı, buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Birlikte üretmenin iyileştiriciliğine, gücüne, değişime dair verdiği umuda inanıyoruz. Sekme,—başta yalnızlığa, kutuplaşmaya karşı—bir mücadele alanı.
Sekme bir ortak çalışma ürünü ve süreci. Emeğe geçen herkese; başta her biri inisiyatif sahibi, çalışkan ve üretken arkadaşlarımdan oluşan Yayın Kurulu’na ve fugamundi’ye; Sekme’yi en az bizim kadar sahiplenen, ilk sayıyı dar bir zamanda cesaret ve kararlılıkla realize eden; her bir içerik üzerinde incelikle, titizce çalışan tema editörümüz Yonca Güneş Yücel’e bin teşekkür! Sekme bu ekibin.
Ortada henüz hiçbir sayısı olmayan bir dergiye içerik üretmek üzere haftalarca bizlerle gece gündüz çalışan, yola çıkışımızı sonsuz destekleyen; kimi göz yaşartan, kimi yüz güldüren anılarını, arşivlerinin derinini, görüşlerinin biriciğini bizlerden esirgemeyen tüm (izninizle) “çılgın” içerik üreticilerimize de en az birazdan okuyacağınız/izleyeceğiniz içeriklerindeki zengin anlatılar kadar teşekkür! Sekme sizlerin.
Ve elbette bütün bu emeğe şimdilik yalnızca şahit olan, ama belki ileride parçası da olacak sen değerli okur: Sana bin bir teşekkür! Sekme, dilersen, dilediğin miktarda sen(s)in.
4 Şubat 2021
Genel Yayın Yönetmeni
Editörden(1)
- YONCA GÜNEŞ YÜCEL -
“parçalı, tamamlanmamış, kimi zaman kapalı, çoğunlukla anakronik, ve buna karşın her daim güncel.” (2)
Michael Löwy, Walter Benjamin‘i yirminci yüzyılın entelektüel ve siyasal alanından farklı kılanın ne olduğu üzerine epeyce kafa yorarken onun eserlerinin çağdaşlarından farkı ve özgünlüğü hakkında yukarıdaki yorumu yapar. Bu birbirine benzemez niteliklerin bir arada duruşunun taşıdığı güçlü tarif, bugün dijital alandaki üretimin bir yandan ne idüğü belirsiz bir yandansa ne idüğü malum olan binbir çehresi, etkisi üzerine düşünmede de tetikleyicidir. Dijital çağın her daim güncel, anakronik, parçalı niteliğinin kıymeti harbiyesi, yaşam alanlarımızı, duygularımızı, edimlerimizi, nasıl belirlediğine ilişkin keskin bir eleştiri, derin bir duyarlılık geliştirmeyi mümkün kıldığı gibi kapılıp gittiğimiz, olanca gücüyle bizi kendisine çeken sürükleyiciliği içinde yeni medya avadanlığı keşiflerimize de alan açar.
Bu dosyada bir arşiv odasında, bir aile albümünde, dünyanın bir ucundaki alan kaydında, hep kullanageldiğimiz el aletinde, uzun yıllar açılmamış bir çantada, rivayeti muhtelif önünden geçip gittiğimiz mekânlarda derinlere tutunanları da derinlerde tutulanları da dijital alanın yüzeyine taşıdık. Tersi de mümkün oldu. Dijital alanın içinden, onun diliyle imgelerin, göstergelerin harekete geçirdiği hiçbir estetik biçimlendirmenin ve müdahalenin tam anlamıyla üstünü örtemediği geçmiş gerçeklik kalıntıları, katmanları ifşa edildi.
Sözün, yazının, görüntünün, sesin tamamlanmamış, parçalı ve kimi zaman kapalı olan bu yanyana gelişi-dizilimi, geçmişin, anlatılan hikâyenin, deneyimin kaçınılmaz dolaylılığına, dolanıklılığına açık olabiliyor. Bu dijital çağa, çağ eşiğine, çeşitli görme biçimleriyle temas etme, onu türlü tekniklerle anlama olanağı yeni bir farkındalık, bilme hali de yaratabiliyor pek tabii. Ki, galiba biz de en çok bu yeni bilme hallerinin peşinden gittik bu dosyada.
Arşiv-Temas adını verdiğimiz dosyada, arşiv ve koleksiyonlarla hem kuramsal hem de pratikte temas etmiş çalışmaların, deneyimlerin, merakların anlatısını sizlere taşıyarak arşivin dünü kadar bugünü de anlama, fark etme olanağını sağlayacak olmasını, başka türlü bir bilme, bildirme halini taşıyıp aşılamasını umut ettik.
Beatriz Sarlo’nun tarif ettiği gibi; “anlatmadan deneyim olmayacaktır.” Sarlo, söze dökmenin suskun deneyimi azat etmesi, onu doğrudanlıktan, unutulmaktan kurtarmasından bahseder. Aynı zamanda onu anonimleştiren, herkesin yapan bir itici güçten, iletimden de söz açar Sarlo. (3) Walter Benjamin, Sarlo’ya bu hususta kendini hatırlatır: Benjamin, hayatımızda hikâye anlatıcısının hükmünün gittikçe azalmasını, deneyimin değer kaybetmesiyle ilişkilendirir. Oysa değil midir ki anlatıcı hikâyesini kendi deneyiminden, ona aktarılandan çekip alır, kendisine kulak verenlerin deneyimi haline getirir. Benjamin’e göre hikâye anlatıcısını eşsiz kılan, onun verecek aklı kadar “hayatının fitilinin, hikâyesinin tatlı alevinde yanıp yok olmasına izin verebilecek olması”dır. (4)
En genel tabiriyle hikâye anlatıcılığını, görgünün, görmüşlüğün anlatısını önemsediğimiz bu dosyada, deneyim ve belleğin içi içe geçişli, dönemeçli, geri dönüşlü yolculuğunda nelerin hem tutulduğu hem de yitirildiğine yönelen anonim bir tanıklık çağrısı yaptık.
Arşivde, bellekte, anılarda beliren, sonradan oluşturulan, deneyimle (yeniden) kurulan ilişkilerin esamesini okumaya çalıştık. Geçmişten şimdiye varoluşsal, siyasal, sanatsal olanın birbirini bir yandan güçlendiren ve sıklaştıran öte yandansa çözük, eprimiş bırakan düğümlerini, bağlamlarını mesele ettik.
Dosyanın çerçevesini oluştururken de gelen içerikleri değerlendirirken de arşivleme deneyiminin, koleksiyonlar üzerine düşünme pratiğinin uyarıcı, teşvik edici, kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı özelliklerini hem bağlamsal hem de dijital olanaklar ve sınır(lılık)lar içinde yeniden düzenledik. Bu malumattan da anlaşılacağı üzere, arşiv pratiğine öykünürcesine dışarıda bıraktıklarımız kadar içeride tuttuklarımız da oldu ve bunlar editöryel bir kurgunun ürünü olup çıktı. Buna rağmen “dize getirilmiş” içeriklerden (gayri) iradi dosyaya sızan binbir anlatının da olduğunu teslim etmeli. Bu keşif(ler) de siz okurlara kalsın diyelim.
İçeriğin teorik düzleminde arşiv kuramı, kavramı üzerine tartışma yürüten yazılar olduğu gibi arşiv malzemeleri (belge, ses, fotoğraf, görüntü) üzerinden kurulan teması ve ilişkiyi, aktarılan deneyimi konu eden çalışmalara da kapı araladık. Dosyaya katkı sunan çalışmaların geçmişle, bellekle, hafızayla, deneyimle kurduğu bağın, bugün nerelere tutunduğunu, nerelerde tutulduğunu, ne(ler) söylediğini, özneler-arası, malzemeler-arası nasıl dolaştığını, dijital alanın olanaklarıyla nasıl konuştuğunu, dijital olanla nasıl çeşitlendiğini görmek ilginç oldu.
Sözlerime son verirken pandemiyle birlikte çok daha koyulaşan, içinden geçtiğimiz “olağanüstü” koşulların sınırlayan, kapatan, yalnızlaştıran ahvalinin içinde daha çok çalışmak zorunda bırakıldığımız, “durmadan üretken” olmaya itildiğimiz şimdi-de, uzak geçmişe kıyasla çok daha yakın zamana, az ötede, az öncelerde yaptıklarımıza duyduğumuz tahassür, ilk sayının motivasyonudur. O vakit...
1 Başta bu sayıya katkı sunan tüm yazarlarımıza, içerik üreticilerimize, değerli fugamundi ekibine, uzun ömürler dilediğim Sekme dergisine ve tüm ekibine teşekkür ederim, yolunuz açık olsun. Dosya konusunun çerçevesini, içeriklerle ilgili hissiyatımı tarif eden bu yazımı titizlikle okuyan, son halini vermemi sağlayan Merve Şen’e müteşekkirim.
2 Michaêl Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, çev. U. Uraz Aydın, İstanbul: Versus, 2007.
3 Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma, çev. Peral Bayaz Charum, Deniz Ekinci, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 21.
4 Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk Walter Benjamin’den Seçme Yazılar, Haz. Nurdan Gürbilek, İstanbul: Metis Yazıları, s. 80-100.
Şinto Mabedi, bir düşüncenin veya ortaya çıkmış bir eserin uzun yıllar yaşatılması için aslen neyin korunması konusunda zihinleri kurcalayan bir öneme sahiptir. Kültürel öğelerin korunması için günümüzde devam eden birçok farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Koleksiyonculuk ve arşivcilik ilk bakışta benzer eylemler içeriyor gibi gözükseler de birbirlerinden ayrıştıkları belirgin yöntemlere sahiplerdir. Geleneksel koleksiyonculuk anlayışında belirli bir değer biçilerek saklanmasına karar verilmiş her tür nesne, var olduğu fiziksel bütünlüğün aslına olabildiğince sadık kalınarak muhafaza edilmektedir. Bu eylemde söz konusu nesne kültürel bir değer olarak biricik kabul edilmekte ve tüm mevcudiyeti bir yekûn olarak geleceğe taşıma gayesiyle korunmaktadır. Arşivcilik özelinde ise kültürel öğenin bilgiye dönüşümüne yönelik bir eylem bulunmaktadır. Arşive dönüşecek içerikler, içeriğin algılanmasına olanak sağlayan tüm görsel ve işitsel nicelikleri ile ele alınarak belirli kriterlere göre tasnif edilmektedirler. Arşivleme uğraşı neticesinde temel olarak hedeflenen içeriğin sağlıklı bir biçimde bilgi haline dönüşmesinin sağlanması ve bu içeriğin hızla erişilebilir olmasıdır. Ancak gerek koleksiyonculuk gerekse arşivcilik tek taraflı manipülasyona açık bir uğraş olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedeflenen bir kapsam dahilinde izlenen içeriksel tutarlılık bu iki disiplinde de aranan temel gereksinimlerden biridir. Bunu başarabilmek adına koleksiyoner veya arşivci tarafından korunma amacı üstlenilen kültürel öğeler ortaya konulan belirli kriterlere bağlı kalınarak seçilmektedirler. Kriterlerin bağlayıcılığı, söz konusu koleksiyonların veya arşivlerin tekdüzeleşmesi, ön yargılı bir içeriğe dönüşebilmesi ve otoritenin mutlak hakimiyeti gibi tehlikeleri beraberinde taşımaktadır.
Kültür, 19. yüzyıldan itibaren önce Batı’da sonra dünyada milliyetçiliğin yükselmesi ile birlikte devletlerin önemli bir sermayesi haline gelmiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde kültürün korunması etkin bir politika unsuru olarak devlet otoritesinin egemenliğinde istenilen yönde kurumsallaştırılabilmektedir. Berger’e (2013) göre milli arşivler son derece etkili bir güce sahiptirler. Çünkü bu arşivler milletlere kökenleri hakkındaki gerçekleri sunmayı vaat ederken, komşularıyla olan farklılıkları tercihen kendi milletlerinin üstünlüğü boyutuyla ele almaktadırlar. Otorite egemenliği ile bir araya getirilen ve milli değerleri yansıtma iddiasında bulunan bu tür oluşumlar, müdahaleye kapalı yetkeli yapıları sebebiyle yalnızca belirli bir kısım içeriğin muhafazasını sağlayabilmekte ve işlevsellik anlamında politika odaklı bir takım misyoner faaliyetleri yerine getirmekten öteye geçememektedirler. Bu durum arşivciliğin önünde yer alan en belirgin sorunlardan biridir. Konu koleksiyonerler için de benzer bir biçimde hissedilmektedir. Günümüzde finansal güç sahibi kurumların ellerinde bulundurdukları çeşitli sanat koleksiyonları o kurumun belirgin bir biçimde kimliklerini yansıtan görünür bir vitrin olarak kabul edildiğinden kurumun menfaati üstün kılınarak koleksiyon gelişimi belli ölçüde sabitlenmiş kriterlere göre oluşturulmaktadır. Bu sebeplerden ötürü güncel olan sanatın bu tür koleksiyonlarda yer alması sanatın geleneğe aykırı biçimlerde var olmayı tercih etmesi ihtimalini gittikçe zorlaştırmaktadır. Muhafaza etmenin mutlaklığı düşüncesiyle hareket eden birçok koleksiyoner kurum, bu tür sorumlulukları üstlenmekte tereddüt etmektedirler.
Replikanın Replikası
- SELÇUK ARTUT -
Dünya’nın en eski dinlerinden biri olan Japon Şinto inancına göre ibadet edilen ruhlar, yani kamiler Şinto mabetlerinde barındırılıyorlar. Dünyaya henüz gelmemiş birinin ruhu veya saygın bir yaşam sürmüş ve bu dünyadan göçmüş birinin ruhu dahi kami olarak kabul edilebiliyor. Sanılanın aksine kamileri barındırmaya mahsus olan bu yapılar bir ibadet yeri olmayıp kutsal olanların temsillerini saklamak için inşa ediliyorlar. Şinto inancında sekiz milyon civarında kami olduğu ve yüz bin civarında da Şinto mabedi olduğu tahmin ediliyor. Geleneklerine bağlılıkları ile bilinen Japon toplumunda Şinto mabetleri özelinde oldukça çarpıcı bir durum gözlemlemek mümkün. Altıncı yüzyıldan itibaren Budizm etkisinde ilk kalıcı tapınaklar inşa edilmeye başlandığında bu gelişmelere müteakiben yedinci yüzyıldaki Japon İmparatorunun emriyle Şinto mabetlerinin özünün korunması gayesiyle yeni mimari değişime direnerek “shikinen sengū-sai” adıyla anılan, düzenli aralıklarla mabetlerin ilk hallerine sadık kalınarak yeniden inşasının gerçekleştirildiği bir gelenek yaşatılmaya başlandı. Bu gelenekle birlikte Şinto inancına dair antik mimari tarzların yüzyıllar boyunca günümüze kadar replikalarının üretilmesi ve olabildiğince bozulmadan korunabilmeleri sağlanabilmiştir. Japonya’nın Ise şehrinde bulunan Şinto mabedi her yirmi yılda bir düzenlenen özel bir etkinlikle var olan biçimine sadık kalınarak hemen bitişikteki bir alana yeniden inşa ediliyor ve eskisi, ortadan kaldırılıyor. Bu döngü iki bitişik arazi arasında sürekli meydana geliyor. En son 2013 yılında replikası üretilen mabedin altmış ikinci replika olduğu biliniyor. Bill Viola, 20. Yüzyıl Sanatının Mirası kitabındaki “Ölümsüzlükte Kalıcı Süreksizlik” yazısında Isle Mabedi üzerine “Bu modelde, gelecekte korumaya yönelik en büyük tehditlerden biri, fiziksel hasardan ziyade kademeli mutasyon olabilir" demektedir. Bu durumun ortaya çıkmasını engellemek için mabedin yapımında alanında ehil kişiler görevlendirilmekte ve inşa sürecindeki deneyimler aileden aileye birinci ağızdan aktarılmaktadır.
7. Yüzyıldan bu yana devam eden replikanın replikasının üretimi bir koruma biçimi olarak mimari eserin ilk halinin saklanması açısından kalıcılık ve yenilemenin uyum içinde çalıştığı bir sisteme dönüşmüştür. Bu tür bir korumada ilk nesnelerin fiziki mevcudiyetlerinin bilinçli bir biçimde yok edilebiliyor oluşu korunan nesnenin üzerinde taşıdığı temsiliyetle yakından ilgilidir. Şinto inancına göre mabet veya kamileri temsil eden dünyevi nesneler, tapılması gereken kutsal nesneler olmamakla birlikte gereken ilgi sadece saygı çerçevesinde sunulmaktadır. Bu saygı mabedin ilk halinin yaşatılması için yeniden üretilip yok edilmesine de olanak sağlamaktadır.
Günümüz sanatının teknoloji ile olan birlikteliği ele alındığında, işin doğası gereği süregelen teknolojik yitimin bu eserlerin geleceğe aktarılması konusunda önemli bir engel olduğu kaçınılmazdır. Eserin sergilenmesinde kullanılan ses ve görüntüleme sistemleri, eserin üretildiği sayısal ortamlar ve farklı üretim olanakları sağlayan özel geliştirilen yazılımlar gibi birçok etmen eserin sahip olduğu fiziksel mevcudiyetin ötesinde yer eden zahiri bir içeriğe de işaret etmektedir. Bu durum karşısında bugüne kadar koleksiyonerlerin alışageldiği sanat öğelerinin biricikliğinin korunması düşüncesi temelden sarsılmıştır. Her eser kendi mahiyetinde ele alınması gereken son derece ayrıntılı detaylara sahip bulunmaktadır. Bu detayların gerek arşiv incelemesinde geçerli bir bilgiye gerekse koleksiyon içeriği olarak tutarlı bir kıymete dönüşmesinde atılacak adımlar son derece mühimdir. Öyle gözüküyor ki bu alanda üretilen eserlerin birçoğu adım adım yaklaşan yitimin farkına dahi varılmadan çoktan yok olup gidecekler. Oysa bu duruma inat Şinto Mabedi her yirmi yılda bir gelen güncelleme, yok etme ve yenileme ile ilk halini korumayı başaracağa benziyor. Bu gayret neticesinde sürekli mabedin replikasının replikası üretilirken, mabedin fiziki mevcudiyetinin korunmasının ötesinde aslen temsil ettiği değerlerin korunması için inşa edildiğinin altını çizmek gerekir. Bu noktada belirtmem gerekir ki şahsi kanaatime göre sanat eserleri de temsil ettikleri kavramsal bağlamları ortaya koymaya çalışan birer tanımsız mabetlerdir. Eserin ortaya çıkması ile birlikte hakikiliklerine dünyevi bir vücutta kavuşan sanatsal ideler, yaşamlarını devam ettirmenin yolunu ancak kültürün içinde kendilerine yer bularak sağlayabileceklerdir. Arşivlerin veya koleksiyonların sahip olduğu içerikler ise bu eserlerin doğuşuna tanıklık edecek birer şahit olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.
Kaynaklar
- Bill Viola, Ölümsüzlükte Kalıcı Süreksizlik: 20. Yüzyıl Sanatının Mirası, ed. Miquel Angel Corzo, J. Paul Getty Trust, 1999, s. 91
- Berger, S. (2013). Avrupa'da Ulusal Ana Anlatıların Oluşturulmasında Ulusal Arşivlerin Rolü. Archival Science, 13(1), 1-22.
- Şinto: Japonya’da Doğa, Tanrılar, ve İnsan Belgeseli (1977) - Yön: David Westphal
Anadolu’dan Üç El Aleti ve Biçimsel Tipolojileri: Balta, Makas, Çekiç
- UFUK BARIŞ MUTLU -
-
Bu çalışmanın Anadolu'nun üç geleneksel el aletini, özgün bir arşiv ve dokümante tekniğiyle kurguladığını söyleyebiliriz. Bu kurgulama pratiğine, arka plan, literatür ve saha çalışmasına ilişkin bir değerlendirmede bulunabilir misiniz?
İlgimi çeken nesneleri ve belgeleri toplayan biriyim ve bu durum çocukluğumdan beri böyleydi. Küçükken topladığım çakıl taşlarının yerini Sovyet dönemi rozetleri aldı. Analog fotoğraf makinelerinden de bisikletlere geçtim. Hiçbiri saplantı haline gelmeden başka bir ilgi alanına evrildi. Ortak paydada ise, bir grup obje arasındaki ortak özellikleri ve ufacık değişikleri kolayca saptayabilir hale geldim. Bir yandan da, farklı dönemlerin estetik anlayışları ve üretim teknikleri aklıma kazınmaya başladı. El aletleri ise hep yanımdaydı. Keşfettiğimi hatırladığım ilk süper güçler; bir şeyler üretebilmek, tamir edebilmek ve bozabilmek oldu. Ellerimle üretmek hayatıma girdi ve tüm eğitim hayatımı şekillendirdi. Diğer taraftan da işin sistemleri, teorisi ve mühendisliği her zaman masamda oldu.
Kısacası, üretmekten keyif aldığım için el aletleri hep yakınımdaydı. Ve bunların kalitelisini kullanırken hep daha iyi hissettim. Çoğu zaman, eski ve on binlerce saat iş görmüş el aletlerini tercih ettim. Bu aletlerin çok büyük bir kısmını da, ihtiyacım oldukça dedemin takım çantasından aldım ve restore ederek kullanmaya başladım. Tasarım eğitimi aldığım ve yavaş yavaş yeni medya üretimleri yaptığım dönemlerin üstüne, Maker Hareketi’nin gündeme gelmesiyle birlikte o dönem topladığım objeler el aletleri olmaya başladı. Bir alete ihtiyacım olduğunda anneannemin evinde zamanının W. Germany, USSR veya şanslıysam İzeltaş İzmir damgalı bir alet bulmaya çalışıyor, Bauhaus yerine bitpazarlarını geziyordum. Bulduktan sonra da sirke banyosu ile korozyon tedavisi, ardından polisaj ve yağlama. Kulağa biraz garip geliyor olabilir, ama eski eşyaları kullanılabilir hale getirmek büyük bir keyif. Bulduğunuz ve emek verdiğiniz bir objeyi günlük bazda kullanmak ise çok tatmin edici.
Görsel iletişim tasarımı eğitimimin ikinci yarısında içinde bulunduğum durum şöyleydi: Bolca üretim ve farklı disiplinler ile alışveriş gerektiren yeni medya yerleştirmeleri yapıyor, o dönemlerde yaygınlaşan bireysel üretim tekniklerini takip ediyor, üretimin demokratikleşmesini savunan Maker Hareketi’nin ülke ayağında bulunuyor, gitgide daha fazla endüstri ürünleri tasarımı ve mimarlık dersi alıyor, YouTube’da torna videoları izliyor ve evdeki içi sirke ve Sovyet çekiçleri dolu kapların sayısını arttırıyordum. Tüm bunların ortaklığında, el aletlerine yavaş yavaş kültürel bir anlam yüklemeye başlıyordum.
Son sınıfa yaklaşıp, bir tez projesi konusu seçmem gerektiğinde, el aletleri ve kültür ilişkisini akademik bir zemine oturtmaya başladım. Hikâye şöyle başladı:
İlham almak için sık sık anneannemin evine giderdim. Dedemin gümrükte, anneannemin ise Tekel İdaresi’nde çalıştığı yıllardan kalan ve çok ilginç bulduğum birçok obje ile dolu bir evdi. Bu sefer aletlerle ilgilendiğim için balkona çıktım ve dedemin metalik mavi renkli, yer yer paslanmış ve dışarıya doğru bir akordeon gibi açılarak içerisindeki minik gözleri ortaya çıkaran oldukça büyük bir alet çantasını karıştırmaya başladım. -Bu çanta ne yazık ki bende değil, içindekilerin bir kısmını sahiplendiğim için mutluyum.- Bu sefer gözüme çarpan bir şey olmadı. Çevreme göz attım ve balkonun buzlu sarı camına yaslanmış, yassı ve uzun objelerine bakmaya başladım. Devlet Malzeme Ofisi damgalı ahşap bir terzi metresi, dayımın lise yıllarından kalan ve tamamlanmamış bir model planör gövdesi ve çok paslı, ufak bir balta. -Buna ‘nacak’ dendiğini sonradan öğrenecektim.- O kadar paslı ki, eve koşup sirkeye yatırasım gelmedi bile. Ama formu alışkın olduğumuz baltalardan farklıydı, ilgimi çekmişti, bir kez. Diğer yandan da yıllardır Göztepe’de yaşayan emekli bir Tekel kimyagerinin neden bir baltası vardı ki? Evin nispeten kolay ulaşılabilecek bir yerinde üstelik, ama buna karşın hiç kullanılmamışlığın pas tabakası ile. O yıllarda hayatta olan anneanneme sordum: “Neden balkonda bir baltan var, ve benim olabilir mi?” Güldü. O hatırlamıyordu nereden geldiğini ve neden bulunduğunu. Ama cevabı, her zaman olduğu gibi evetti. “Tabii ki, neden soruyorsun ki? Ne istersen alabilirsin, sorma bir daha.” Hep sordum tabii, sorabildiğim kadar. Orası ayrı.
Bu güzel anı ile birlikte algıda seçicilik yolculuğum başladı. Bu balta biçimi, Anadolu insanlarının ihtiyaçları ile yüzyıllar içinde şekillenmişti ve yerel üreticiler tarafından hala üretilmekteydi. Anadolu’nun kayıp zanaatları üzerine birçok araştırma yapılırken, bu zanaatların emekçileri olan aletleri umursayan pek az kişi vardı. İsimleri yoktu, üretimleri dokümante edilmiyordu. Hatta konu ile ilgili bir yayın bile ortaya çıkmamıştı. Onları üreten sıcak demir ustaları, reçeteleri ve teknikleri ile birlikte kayboluyorlardı. İlk sohbetlerime başladığım, Kadıköy’ün küçük bir hanındaki tecrübeli alet tüccarlarından birinin hikâyeleri üstüne, ilgim daha da arttı. Sohbetler yerine, sistemli bir araştırma yapmak istiyordum. Projemi, bir dokümantasyon modeli oluşturmak için, karşılaştığım onlarca özgün alet arasından üçü ile sınırladım: Balta, makas ve çekiç. El aleti üretiminde aktif olan Trakya bölgesi ile Bursa’yı dolaştım. Hem ustalarla, hem de bu aletleri kullanan insanlarla sohbet ettim. Üretim yöntemlerini ve materyal bilgilerini kaydettim. Atölyelerdeki ve Bursa Kent Müzesi envanterindeki aletlerin ölçekli fotoğraflarını çektim. İstanbul’a, bu üç aletin tipolojisini oluşturabilecek teknik veri ve bolca hikâye ile döndüm. Bu yolculuk sırasında bol bol “usta ısmarlaması” çay içtim ve o bölgenin meşhur yemeklerinin hikâyelerini duymadan ve tatmadan dönmedim. Anadolu kültürünün sofra etrafında şekillendiğini hissetmemin yanında, dinlediğim bir hikâye, aletlerin mutfak ile kesişimini özellikle hissettirdi. Bursa’da tanıştığım, Devlet Sanatçısı ünvanlı sıcak demir ustası Yılmaz Emen’e Anadolu’ya özgü balta biçimini sorduğum zaman, bana kendi anneannesinden bir hikâye ile yanıt verdi: “Tezgâhın üstünde eti keser ve baltanın yanağını tabak gibi kullanarak, kestiği parçaları çömleğin içine taşırdı.” O yıllarda nacaklar, bir satır gibi kullanılmak üzere mutfaklarda da bulunurmuş. Hikâyenin ardından, Anadolu baltasının temel hatlarını gösteren bir eskiz yapıp, hediye etti bana.
Bunun gibi birçok hikâye ile İstanbul’a döndüğümde, seçtiğim üç aletin üçer farklı örneğinin arkeolojik illüstrasyonlarını yaptım. Ve topladığım veriler ile her aletin, tüm biçimsel parametrelerinin ortalamasını içeren üç boyutlu modellerini hazırladım. Böylece, üretim odaklı verileri korumak mümkün olacaktı. Son olarak, bu aletleri Anadolu baltası, Anadolu eğri uçlu halı makası, ve Anadolu nallama çekici olarak isimlendirdim. Ve literatüre girebilmeleri için tüm araştırmayı ISBN kodlu bir kitap olarak yayımlayıp, Milli Kütüphane’ye gönderdim. 2016 yılının yazında, projenin ilk aşaması tamamlandı. 2019’da, araştırmam için kullandığım dokümantasyon modelini, İstanbul Bilgi Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü öğrencileri ile paylaştım. Ve tasarım araştırmalarında benzer bir model kullanabilmeleri için bir dönem boyunca danışmanlık verdim. Aynı yıl, Torino’da düzenlenen FLAT Art Book Fair’den aldığım bir davet üzerine, çalışmanın İngilizce edisyonunu hazırladım.
Kısacası, anneannemin balkonunda bulduğum ve farklı göründüğünü hissettiğim baltanın arkadaşları, Anadolu’nun pek çok yerinde bulunuyordu. Ve balta ile beraber, biçimi ve işlevi ile yerel kültüre özgü birçok el aleti mevcuttu. Bunları isimlendirerek literatüre kazandırmayı hedeflemek benim için bir sorumluluğa dönüşmüştü. Kullandığım dokümantasyon teknikleri ise birbirlerinden bağımsız olarak özgün olmasa da, belki de hepsini birlikte kullanmak özgündü. İllüstrasyon, üç boyutlu modelleme, teknik çizim, fotoğraf, video ve yazı gibi teknikleri bir arada kullanmayı tercih ettim. Hem farklı disiplinlere aşina olan biri olmam hem de bir tasarım bölümünden arkeolojik tipoloji projesi ile mezun oluyor olmam beni bir ekip gibi çalışmaya itiyordu!
-
Anadolu’nun kayıp zanaatları üzerine yapılan araştırmalara kıyasla, bu zanaatların başka tür bir “emekçisi” olan el aletlerini (balta, makas, çekiç) odağınıza aldığınız çalışmanızda neye açıklık getirdiğinizi düşünüyorsunuz?
Bu projede özgün olduğunu rahatlıkla kabul edeceğim ve konumuz olan arşive özellikle bağlamak istediğim nokta, ürünleri doğasından ayırmıyor oluşum. En başta detaylı olarak bahsettiğim tutkularımdan biri üretim. Projenin temelinde ise, üretimin sembolleri olan el aletleri yatıyor. Araştırmamı yaparken, kendime koyduğum kriterlerden biri bu aletler ile ilgili toplama bir yayın hazırlamak değil, bu aletleri modern iletişime açmaktı. Yani nasıl ve ne biçimde üretildiklerini anlatmak, ve tekrar üretilebilmelerini sağlayacak endüstri standardı materyalleri bu yayının içeriğine dâhil etmek. Bu sayede, “bu alet Anadolu’ya özgüdür, buyrun bakın” demek yerine “bu aletin şu biçimsel özellikleri, birden fazla örnekte tekrar etmektedir, ve bu verilere dayanan tipolojik modelin özellikleri budur, bu tipolojinin adı da şöyledir” diyebildiğimi hissediyor, ve isteyen kişilerin bu veriler ile bu objelerin üretimine devam edebilmesini hedefliyorum.
İşte tam da bu noktada kendi arşiv tanımımı yapabiliyorum: Arşiv, benim için derlenmiş, sistematikleştirilmiş ve açık kaynaklı bir veri bankasıdır. Bu proje özelinde, yüzlerce alet toplamak koleksiyona, hatta müzeye dönüşebilirdi. Ama bu veri havuzunu işlemek, okunabilir hale getirmek ve farklı alanlarda üretim yapan kişilerin kullanımına açabilmek, kendi arşiv tanımımın karşılığını verdiğimi hissettiriyor.
-
Bu çalışma klasik arşiv süreçlerinin takip ettiği aşamaları izliyor –[İ]simleri olmayan kaybolmaya meyilli olanı tutuyor, sınıflıyor, adını koyuyor-. Bunu yaparken süreçte sizi şaşırtan, araştırma/inceleme sorunuz, merakınız, ilginiz üzerine (yeniden) düşündürten, varsa ezberi(nizi) bozan ne tür karşılaşmalar oldu?
Sanırım en etkili olanları, projeye başlama motivasyonlarım. Aklıma gelen diğerlerini de şöyle sıralayabilirim:
İlki, el aletlerinin binlerce yıllık alışkanlıklar ve kültürel ihtiyaçlar ile şekillenmesi. Örneğin, ormanlık bölgelerdeki baltaların sık yapılan kereste işleri sebebiyle büyümesi. Veya bakırcılık yapılan bölgelerde çok daha fazla çekiç tipi ile karşılaşmamız. İkinci etkileyici konu ise aletlerin biçimlerinin ise insan eline göre tasarlanması, ve bu nedenle temel biçimlerinin önümüzdeki dönemlerde de değişmeyecek oluşu. Çekiç veya bıçak gibi temel aletlere ihtiyacımızın azalacağını düşünmüyorum.
Balta, makas, çekiç kitabının kapağında gofre ile kabartılmış bir desen göreceksiniz. Bu desen, araştırma sürecinde karşılaştığım usta damgaları. Bir nevi logo ve imza. Hatta sıcak demirciliğin önemli meslekler arasında olduğu dönemlerde, bir ustayı damgası sayesinde bulmak mümkünmüş. Şu anki logo ve marka tanınırlığı gibi düşünebilirsiniz. Bizde bol bol geometrik ve floral desen görmemizin sebebi ise, cumhuriyet öncesinde Arap alfabesi kullanımı ve bu karakterlerin işlenmesinin zor oluşu.
Proje, akademik olarak başarılı bir şekilde tamamlansa da, bu durum başlarda hiç böyle değildi. Araştırma rayına oturana ve Bursa Kent Müzesi gibi kurumlardan destek alana kadar sadece birkaç öğretim görevlimizin ilgisini çekmişti. Bu projenin bir görsel iletişim işi olmadığını sıkça duymuş, hatta kısa bir süreliğine “marangoz” olarak çağırılmıştım! Ama dediğim gibi, bu durum uzun sürmedi ve büyük ihtimalle süreci destekledi. Aletlerin genel olarak hor görüldüğünü ve basite indirgendiğini akademik çevre içerisinde de görmüş oluyordum.
Aletlerin kitaptaki görselleştirmesi için seçtiğim yöntemin kalem noktalama illüstrasyon olduğundan bahsetmiştim. Daha basit bir yöntem, hatta doğrudan fotoğraf da kullanabilirdim ama çocukluğumdan beri bayıldığım arkeolojik/teknik görselleştirme dilini yakalamak istiyordum. Bir yandan da, anonim objeler üzerinden proje geliştirdiğim için, gerçekten emek harcadığımı hissetmek ve bir şekilde saygı sunmak istedim. Bunun en ilginç yanı ise, noktalaması yaklaşık yedi, sekiz saat süren bir illüstrasyonun konusu olan bir dövme aletin toplam üretim süresinin de hemen hemen aynı olduğunu öğrenmem oldu.
Teknik dil beni en çok zorlayan konulardan biri oldu. Tasarım ve mühendislik terminolojisinde Türkçenin es geçildiğini ve ne yazık ki eksik olduğunu düşünüyorum. Günlük üretimimde Türkçe ve İngilizce’yi değiştirerek kullanma esnekliğim var, ama kültürel bir çalışma hazırlarken bunu yapmak tercih edeceğim bir yol değildi. Kitap metninin büyük bir kısmında objeleri betimlediğim için, aletlerin anatomisini okuyucuya vermek zorundaydım. İngilizce ve Almanca kaynaklarda neredeyse tüm el aletlerinin anatomik terminolojisi tutarlı olarak mevcut. Bu alanda Türkçe bir kaynak bulamamış olmamın yanı sıra, sözlü kaynaklar çok tutarsız. Bitişik atölyelerdeki ustalar bile aynı terimler için farklı karşılıklar kullanıyorlar. Bu konu üzerinde birçok kütüphane gezip, bazı akademisyenler ile görüştüm. Birçoğu bunun bir ağız zenginliği olduğunu söylese de, kültürel farklılıklar ile teknik terminoloji arasına bir set çekmek zorunda olduğumu düşündüğüm için İngilizce kaynaklardan birebir çeviri yaparak ilerledim.
-
Bu çalışma, el aletlerinin (balta, makas, çekiç) geleneksel tipolojisindeki “kadimliği” teslim ettiği gibi katılımcı, açık erişimli bir kataloglama ile bu aletleri insanlık, uygarlık tarihiyle hem köklü hem de yaşayan bir ilişkiye taşıyor. Bu tipoloji üzerinde yakaladığınız ezeli ve ebedi olanın hem işlevsel hem de simgesel gücü üzerine ne söyleyebilirsiniz?
El aletlerinin sürdürülebilirliğine, fizyolojik ve antropolojik bir taraftan bakıyorum. Aletler, biçimleri ve/veya işlevleri ile sınıflandırılır. Biçimleri, yapımında kullanılan materyaller sürekli modernleşse bile, insan elinin temel yapısı değişmediği sürece hemen hemen aynı kalacaktır. İşlevleri ise, çok daha uzun bir süre boyunca geçerli olacaktır. Çok yüksek teknolojili bir ortamda da bir çekicin veya bıçağın kullanılıyor olmasına şaşırmayız. Bu noktada, el aletleri uzun ömürlü ve insanlık tarihinin öğrenimleri ile şekillenmiş sürdürülebilir nesneler olarak görüyorum. Proje özelindeki sürdürülebilirlik öğelerinden biri de, araştırma formatı ve açık kaynaklı paylaşım. Yayının hazırlığında kullandığım araştırma formatı açıkça açıklandığı için, hem ben hem de üçüncü kişiler tarafından eklemeler yapılabilir ve üç alet ile başlayan bu proje, bir Anadolu el aletleri kataloğuna dönüşebilir. Ek olarak, 3 boyutlu tipoloji modelleri herkes tarafından indirilebilir, araştırma, eğitim ve üretim amaçlı olarak kullanılabilir.
Arşivle Gayriarşivsel Bir Karşılaşma
- MERVE ŞEN -
Arşivi genişleyen, uzayan, yayılan, bir yandan da saçılan ve dağılan, üst üste binen, katmanlaşan, kat kat bir kuvvet olarak, daimî bir şimdide(n) tahayyül etmek. Sıkça aklımıza düşenin aksine, kapalı kapılar ardında, statik, belirli bir geçmişin belirli bir hakikatini temsil eder, belirli niyetlere aracı kılınır, gözlerden uzakta muhafaza edilir olarak görüp kullanmayı bir kenara bırakmak onu. Arşiv malzemelerini salt araçsallıklarıyla, temsiliyetleriyle değil, neye elverdikleri ya da elvermedikleriyle, hangi ilişkileri örgütledikleriyle birlikte almak ele. Söz konusu araçsallık ve temsiliyetleri de birer soru ve sorun olarak ortaya koyabilmek sonra. Sözü daha da döndürüp dolaştırmadan, arşivi katı ve nihayete ermiş bir mefhum olarak paketlenmişliğinden kurtarmak belki; onu bir ilişkilenme biçimi olarak, akışlar ve süreçlerle hemhâl ve hemzemin düşünmek.
Arşiv üzerine ne vakit sohbet ediyor olsak aklıma doluşan düşüncelerin bir tür hücumu yukardakiler. Arşiv malzemelerinin peşine bir belge, tanık belki de iz olarak düşerken, kendi motivasyonlarımız ve araştırmalarımızla fazlasıyla meşgul olup onların ne’liklerini es geçiyor oluşumuza dair bir serzeniş. Bir derdim, arşivlerde, arşivlerle bulduğumuz bir çözümün yahut yanıtın peşi sıra bir soruyu ya da sorunu da getirdiğini unutuşumuz bazı bazı. Arşivin bize yeni şeyler gösterir ya da fark ettirirken görmediklerimizi, geçici veyahut kanıksanmış körlüklerimizi, sağırlıklarımızı hatırlattığını da keza. Bu, bir bakıma, arşiv kavramının kurumlar ve devlet daireleriyle yer edişinden olsa gerek aklımızda. Aktif bir ilişkilenmenin hatlarının önceden çizili olduğunu düşünmekten, arşiv okuryazarlığı pratiğimizin ezbere dayanışından belki de. Ezberbozan, eleştirel tasnif yöntemleri, arayüzlerle pek karşılaşamayışımızdan. Arşivi aktive eden bir dizi eylemin şimdiye içkin olduğunu, onun yalnızca geçmişin kazı çalışmasından ibaret olmadığını unutuverişimizden. Arşivle etkileşime geçen, arşivi kullandığı kadar onu canlandıran, aynı ölçüde de kendisi ve çalışması yeni bir canlılık ve dinamizm kazanan her bir aktörün —ki bu arşivciden sanatçıya tarihçiden antropoloğa ayrı ve birbiriyle de üst üste binebilecek (sanatçının kendisi pekala arşivi oluşturan kişi de olabilir örneğin) geniş bir bilme ve eyleme yelpazesini içinde barındırır— üstlendiği sorumluluğun her ilişkisellikle yeniden tanımlandığını hatırlayacak vakti bulamayışımızdan belki.
Ne zaman arşiv alışkanlıklarımızı şöyle bir sarsacak pratikler üzerine düşünecek olsam ya da sohbetlerimizde söz arşive değse aklıma en sık düşenlerden biri, şimdiye daha bir özen göstermek oluyor öncelikle hep. Şeylere kendi zamanlarını vermek ve onları dinlemek. Esnekliklere, pürüzlü meselelere, malzemenin gözeneklerine temas etmek. Hikâyeler, mecralar, imgeler, istatistikler arasındaki ilişkiler kadar gerilimlerden de söz etmek. Kate Hennessy ve Trudi L. Smith’in ifadesiyle arşivin “gayriarşivsel maddeselliği”ne (unarchival materiality (1)); arşiv malzemesinde ortaya çıkan hatalara, deformasyona, kimyasal tepkimelere, malzemenin işbirliği yapmayı reddettiği, böylece de arşivin otoriter ve araçsal kullanımlarına meydan okuyan ve mutat beklentileri sarsan durumlara yönelmek.
Sanatçı Agnieszka Kurant’ın, bir parçası 2019’da gerçekleşen İstanbul Bienali’nde de gösterilen, Dönüşümler (Conversions) serisiyle karşılaşmam (2) da arşivin potansiyellerine dair fikir teatisi yapmaya imkân tanıyan böyle bir aralığı çıkarmıştı önüme. Kurant’ın işi, MIT ile ortak yürüttükleri bir araştırma ve çalışmanın ürünü. Sıvı kristal boyayla kaplı, Arduino (3), transistörler ve soğutucudan oluşan bir bakır levha, programlama sistemine dahil edilen özel kodlamayla dünyanın dört bir yanındaki protesto gruplarının sosyal medyada paylaştıkları twitler ve postları veri olarak kabul edip bunlara duygu durumu analizi yapan ve buna binaen de devamlı surette değişen algoritmik bir tabloya dönüşüyor. Verinin her işlenişiyle de tablonun yüzeyinde farklı renkler ve şekiller meydana geliyor. Korku, sevinç, endişe, heyecanlar termal enerjiye dönüşerek yüzeye yansırken enerjiyi madde ve hareketle özdeşleştiren Kurant’a göre, protesto hareketleriyle ortaya çıkan/konan toplumsal enerjiyi de gözler önüne seriyor:
Toplumsal enerjiler, bir bakıma, enerji pazarının bir parçası oluyorlar: Tıpkı doğadan çıkarılan kömür, petrol ve gaz gibi, toplumsal enerjiler de birer maden gibi çıkarılıyor ve algoritmalar tarafından belirli şekillerde ölçülüyor. “İnsan gücü”nün değeri sosyofizik ve nicelik analizleriyle hesaplanabilir. Çağdaş küresel ekonomi, enerjinin, enformasyona enformasyonun da sermayeye dönüştüğü akışlar ve dönüşümlere dayalı. (4)
Kolektif bir şekilde biriken duyguların örgütlediği sanat da bu ekonominin bir parçasıyken, aynı zamanda, dünyada olup bitene bir karşılık üretme imkânı da doğruyor. Kurant, toplumsal enerjinin bile üstünde fiyat etiketi olduğunu ve şirketlerin bir şekilde protesto eylemlerinden dahi çıkar sağlayabildiğini dile getirirken (5) bilişsel kapitalizmin maddi olmayan emeği sömürüsünü de gözler önüne seriyor. Her düşünce, savunu ve tepki bizler öyle olmasına niyetlenmeden şirketler için birer veri haline geliyor. Üstelik bu akış, gündelik hayatımızın tam içinde, elimizden ve göz hizamızdan düşmeyen ekranlarda vuku buluyor. İnternetin kendisine bağlanmak dışında bu sosyal mecraların pek çoğuna ayrıca ödeme yapmıyor olsak da, yazdıklarımızdan, beğenilerimizden, yinelediğimiz postlardan elde edilen bilgiler, hayatımızdaki diğer tüketim faaliyetlerinde önemli birer rol oynuyor. Örneğin, internette gezindiğimiz sırada önümüze düşen reklamlar bizlerin apayrı gayelerle kamusal alana taşıdığımız kimliklerimiz, tercihlerimizle şekillenen bir algoritmayla belirleniyor. Kendimiz için yapıp ettiklerimiz, şirketler için paha biçilmez bir iş gücü sağladığımız anlamına da geliyor bir anlamda.
Dönüşümler’e baktığımızda da, enformasyonun sıklıkla görmezden geldiğimiz yahut fark etmediğimiz bu örtük kullanımlarıyla yüz yüze geliyoruz. Sosyal medyanın enformasyonun sıklıkla görmezden geldiğimiz yahut fark etmediğimiz bu örtük kullanımlarıyla yüz yüze geliyoruz. Sosyal medyanın sağladığı veri ve bunun sunuluş şekli, kendi tasnif, kataloglama ve paylaşım süreçlerini de içinde barındıran, oluş halinde açık bir arşiv yaratıyor tabloda. Şimdiyi üretirken onu tüketme hallerimizi de belirliyoruz. Enerjinin ve duygunun birer boyut olarak resme dahiliyeti de, bilgi ve konumsallığınki kadar duygunun da üretimi, imal edilmesi, tüketimi, el değiştirmesi ve bir çeşit meta haline gelmesi süreçlerini arşivin gayriarşivliğe doğru kayan koordinatları aracılığıyla gözler önüne seriyor. Oluş halindeki, araçsallaştırılamayacak dinamiklikteki görsel alan ve dil, birden fazla sesi, soluğu ve eyleyişi içinde barındırırken Kurant’ın üzerine çalıştığı kolektif yazarlık ve kolektif sanatsal üretim (6) gibi kavramları da yansıtan ve tartışmaya açan hareketli bir yüzeyi meydana getiriyor. Her daim güncellenerek, dönüşerek muhafaza edilen bir arşivden beslenen tablo, soyutlama ve sayısallaştırma gibi tektipleştirici ve stabilize eden kapitalist kapma aygıtlarını kullanırken, bunların havlarını tersine tarayarak, bedenle, duyguyla, duygudaşlık ihtimaliyle teması yitirmeyen bir ufka da imkân tanıyacak şekilde var oluyor.
Söz konusu verinin hangi hesaplardan, hangi anahtar kelimelerle çekildiği, verinin işlenme hızı, belirli duyguların belirli renklere karşılık gelip gelmediği, mecraların veri paylaşımındaki şeffaflığı gibi sorular Dönüşümler’e dair soru(n) ve sorgulamaları tartışmaya açarken hem sanat ve teknoloji arasındaki çapraz ilişkiyi hem de başka türlü bir arşiv mümkün mü tartışmasını kendine içkin kılıyor. Arşivin potansiyelini tahayyül etmek ve kurgulamak biraz da kabullerimizi, alışıldık görme, duyma, bilme biçimlerimizi askıya alıp yenilerini arar olmayı, arşivi arşivin ilk anda kendini göstermediği yerde; taşın pürüzünde, yolun talisinde aramayı gerektiriyor bir miktar da herhalde.
1 Hennessy, Kate ve Smith, Trudi L. “Fugitives: Anarchival Materiality in Archives.” Public Journal 57, Eylül 2018, s. 129-144.
2 Bienal sırasında pek de tanışma imkânı bulamadan önünden hızlıca geçip gittiğim işle yeniden karşılaşmamı sağlayan sevgili Gülşah Mursaloğlu’na teşekkürle.
3 Bir elektronik kart ve fiziksel programlama ortamıdır. Kurant’in işi Agnes Cameron tarafından geliştirilen açık kaynaklı bir kodlamayı kullanır, ki bu koda internet üzerinden erişmek mümkün: https://github.com/agnescameron/social-sugarscape
4 Kurant, Agnieszka. “On Collective Intelligence.” Frieze, 28 Ocak 2019. https://www.frieze.com/article/agnieszka-kurant-collective-intelligence-0
5 De La Garza, Alejandro. “'There's No Story That Stays Stable for Too Long.' How Artists Are Using Artificial Intelligence to Confront Modern Anxieties” Time, 2 Mart 2020. https://time.com/5792613/ai-art/
6 Kurant’ın bu konudaki çalışmalarının en bilinenlerinden biri 2014-2015 yıllarında gerçekleştirdiği The End of the Signature [İmzanın Sonu]. Guggenheim Müzesi’ni ziyaret eden yüzlerce yabancıdan imzalarını toplayan Kurant, bunları tarayarak bir bilgisayar programı aracılığıyla birbirine kararak müzenin dış cephesine yansıtmıştı. Yeni eklenen imzalarla birlikte sürekli dönüşüm geçiren ve şekil değiştiren iş, yaratıcılığa ve yazarın/üreticinin imzasına atfedilen tekilliği kolektif üretim ve görünmez işgücüyle takas ederek hibrid yazar/sanatçı profilinin anlamı ve imkânlarını gündeme getirmeyi hedefliyordu. Daha detaylı bilgi için bkz. https://culture.pl/en/work/the-end-of-the-signature-agnieszka-kurant
Psişe, Arşiv, Sanat: Şiir Ekseninde Bir Sorgulama
- HANDAN DEMİR -
Freud tarafından ortaya atılan topografik psişe modeli tam da bir arşiv değil midir? Bastırma mekanizması, bilinç düzeyinde dolaşımda olmayan verileri asla kaybolmamak üzere kaydederek, öznenin olaylar ve ilişkiler karşısında, eylemden tepkiye uzanan geniş psişik skaladan seçeceği yanıtı belirleyen önemli parametrelerden birini oluşturur. Dahası psikanalizin bilinçdışındaki bu verileri bilinç düzlemine taşıma çabası gibi, bir arşiv belgesini incelemek de kendiliğinden gözleme açık hale gelemeyecek bir geçmişin dağınık kalıntılarını bir araya getirerek bu bütünden anlamlı bir çıkarım yapma çabasıdır. Archive Fever kitabında Derrida, psikanaliz ve arşiv arasında iki yönlü bir ilişki kurar. Öncelikle Freud'un yazılarından, mektuplarından, vaka incelemelerinden ve sair kayıtlarından oluşan bir psişik arşiv bulunur, ki Freud bu alanda bir otorite figürü olarak çıkar karşımıza. Psikanalitik arşiv, bir kurum ve kavram olarak arşivde postmodernizmle birlikte gündeme getirilen otorite ve köken tartışmalarını sürdürmek için verimli bir alan olarak görünür. İkincisi ise bizzat psikanalizin bir arşiv bilimi olduğu yönündeki görüştür. Psikanaliz de tıpkı arşiv bilimi gibi durmaksızın unutma ve hatırlama edimleriyle; arzunun ve düşüncenin örtük ve açık görünümleriyle; ve bunların kaderini tayin eden, diğer bir deyişle sürdürülmelerini yahut kısıtlanmalarını belirleyen mekanizmalarla yakından ilgilidir.
Freud'un sunduğu topografik psişe yapısında nesne, tıpkı arşivde olduğu gibi, hafızalardan silinmiş yahut ilk bakışta görünür olmasa da nesnenin kendisinde mevcut bulunan kuvvetler tarafından şekillenir. Öte yandan psişik yapı ve arşiv arasındaki ilişki karmaşık ve çok boyutludur. Freud’un psişik modelinin bir arşive benzetilmesi esasında yeni bir düşünce değildir. Bizzat Freud birden fazla kez psikanalisti çok katmanlı insan zihninde bir tür kazı yaparak yüzeyin altında saklı kalan kalıntıları açığa çıkaran bir arkeoloğa benzetmiştir. Arkeoloji ve arşiv kelimelerinin etimolojik köken ortaklığı bir yana, insan psişesinin yekparelikten uzak yapısı göz önünde bulundurulduğunda esasında arşiv benzetmesi daha yerinde görünür. (1) Psişik aygıtın içeriği ve anlamı, tıpkı bir arşiv belgesi gibi, sürekli dönüşüme uğrar. Yeni girdi eskilerin anlamını, yapısını ve hatta doğasını değiştirir. Psişik yapı değişmez olgular yığıntısından değil, biri açıkça görülebilen ve gözlemlenebilen, diğeri ise örtük ve ancak ilk bakışta anlaşılmaz biçimde ilkiyle iç içe geçtiği ölçüde anlamlandırılabilen iki ayrı veri kümesinden oluşur. Bu iki küme, bireyin ömrü boyunca birbiriyle dinamik bir etkileşim içerisindedir. Bir arşiv olarak insan psişesi, bir psişik aygıt olarak arşiv: dinamik, her zaman hareket halinde, anlamını ve içeriğini sürekli dönüştüren, yaşayan bir varlık.
Çağ Dönümlerinde Arşiv ve Sanat
Böylesi dinamik bir ilişkinin vuku bulduğu bir başka alan daha bulunur: arşiv ve sanat arasındaki kesişim noktası. Sanat eserlerinin tanıklık etme dürtüsü, tam da tarihin iktidar eliyle bellek yitimine meyyal kılındığı dönemlerinde, toplumsal temas ve ifade zeminleri kayganlaştığında, kendi kaynaklarından el alan bir mücadele biçimini alarak unutmaya ve inkâra karşı kayıt tutma girişiminin önemli bir parçasını oluşturur. Bir başka deyişle, iktidarın varlığını ancak –hem soyut hem somut anlamda– arşiv belgelerini imha ederek sürdürebildiği dönemlerde sanatın arşivleme dürtüsü başka içerikler edinerek bir tür sorumluluk biçimini alır. Her türlü tanıklık etme çabasının bir arşivleme arzusundan doğduğu yönündeki yadsınamaz fikri genişletmekte belki de beis yok: Her türlü ifade etme çabasının kökeninde arşivleme arzusu vardır. Bu açıdan bakıldığında arşiv ve sanatın kesişim noktası, başka bir ifadeyle arşivin sanattaki mevcudiyeti, yalnızca olaylara tanıklığın ötesine geçerek, muhafaza ve yaratıcılık arasındaki iflah olmaz kutuplaşmayı gerilimli bir buluşma yoluyla yok eder. Bu durumda arşivin sanattaki varlığı, Ernst Bloch’un başyapıtı Umut İlkesi’nde dile getirdiği, gündüz düşleriyle gece düşlerinin iç içeliği fikri ile özgül bir ilişki içerisinde değil midir? Denilebilir ki bu kesişim noktası, Blochçu anlamda, ileriye dönük fanteziler yoluyla gündüz düşlerine hayat veren ütopyacı bakış ile kökensel bir kayıt mekânı olarak gece düşlerinin yönünü tayin eden bilinçdışının bereketli bir biçimde işlediği yerdir.
Çağ dönümleri bizzat tarihin gençlik anlarıdır, Bloch’a göre. Kişi bir “gün ağarması” gibi deneyimlenen böylesi zamanlarda “gelecekle dolu bir hazne” olarak hisseder kendini. Ancak Nazizm ve sonrası bir gün ağarması değil, “cılız, marazi bir ilkbahar güneşidir.” Marazi de olsa ilkbaharın gelişine işaret eder ama: Üretken kişi, ilk adımını karanlığın içinden atmak durumunda kalsa da nihai yönelimi ışığa doğrudur. Bu yazıda, şiirsel üretimini böylesi bir dönemde sürdüren Ingeborg Bachmann’ın iki şiir kitabı ekseninde tarihe Blochçu bir bakışın arşiv ve sanat arasındaki üretken ilişkiye dair söyleyeceklerini irdelemeye çalışacağım. Pek çok alanda olduğu gibi şiir alanında da çokça ürün vermiş bir dönemin içerisinden sözünü söyleyen bir şairden yola çıkarak genel yargılarda bulunmak niyetinde değilim elbette. Dahası, şiirsel duyuş kavramsal olanı ters köşeye yatırabildiğinden ve çoğun yatırdığından, şiirin kendini teoriye açmama riski de var. Bu riskleri bir tür çekimserlikle omuzlayarak, hakikat iddiasında bulunmayan şairin tanıklık arzusuna psişik arşiv penceresinden bakma çabamın bir girizgâh niteliği taşıdığını belirtmeliyim. Niyetim, bu çabada Bloch’tan el alındığında doğacak yeni imkânları yoklayarak psişe-arşiv-sanat ekseninde yeni sorular üretmek ve bu yazının ötesinde, sonrasında, bu yeni sorulara verilebilecek olası yanıtların peşine düşmek.
Ingeborg Bachmann Şiirinde Arkaik ve Ütopik Olan
“Şiir,” diyor Ingeborg Bachmann, “yeni bir özümseme gücü oluşturduğu yerde, roman ya da tiyatro yapıtı gibi dışa değil, içe yöneliktir.” (2) Ve ekliyor: “Belki de şiir bizi mutsuz kılabildiğinden, böylesi bir şeye gücü yettiğinden […] okurken içimizde olup biteni kavramamız için bilgi yüklü itici bir güç de olabiliyor.” (3) Demek Bachmann’ın penceresinden bakıldığında, içe yönelen şiir, edebiyatın diğer dalları arasında, psişik aygıtın dolambacından kopup gelerek dünyaya ve aynı zamanda şiirsel Ben’e yöneltilmiş sorular, bulunabilmiş ve daima aranacak yanıtlar yoluyla bu aygıtın bilgisini muhafaza eden canlı bir arşivdir. Böylesi bir görüş, bu yazının sanat dalları arasından şiire yönelmesinin başlıca sebebidir aynı zamanda. Ve şairler arasından Bachmann’a, zira arşiv ve sanat buluşmasının Bloch’un emsalsiz düşüncesiyle kurduğu bağa benzer biçimde, Bachmann şiiri için de iki uçlu olan söz konusudur: Bir yanda yeniye, gelecek olana doğru yönelim, öte yanda habis hafızayı unutturmama girişimi. Bir başka ifadeyle, bir tarafta “geleceğe yönelik fantezi” biçimini alan, üretkenlikle dönüşüme kayıtlı ütopyacı bakış, diğer tarafta tarihsel olayların psişik aygıtta yarattığı hasarı kayda alma arzusu. Bachmann’ın bütün bir şiir gövdesi tam da bu iki uç arasında salınır.
Söz konusu ikilik, Bachmann’ın iki şiir kitabının başlığında halihazırda gösterir kendini. (4) 1953 yılında yayımlanan Ertelenmiş Zaman, ötelenmiş bir vaktin ufukta belirdiğine, eyleme geçme zamanının geldiğine işaret eder. İlk kitaptan üç sene sonra, 1956’da yayımlanan kitabın başlığı ise doğrudan geceyle ilintilidir: Büyük Ayı’ya Çağrı. Elbette iki kitabın arasında keskin sınırlar yoktur; bahsedilen iki uç, bütün bir şiir gövdesi boyunca gelgitler halinde duyurur kendini. Ütopik dürtü, eyleme ve yeniye olan müthiş özlem, aynı zamanda bütün bunlardan duyulan korku, tıpkı gündüz ve gece düşleri gibi iç içe geçmiştir. Her ne olursa olsun, bireyin cesaretini kuşanmasından yanadır Bachmann; harekete geçilmeli ve bu hareketin kılavuzu umut olmalıdır. Ertelenmiş Zaman’ın açılış şiiri olan “Denize çıkış” bunun en somut örneğidir: “Duman yükselmekte karadan. / Gözden kaybetme balıkçı kulübesini, / çünkü batmış olacak güneş, / sen daha on mil aşmadan.” (5) Bir gün ağarması değil gün batımı olarak yaşanan tarihsel dönüşüm sürecine verilecek bireysel yanıtın kurtarıcı bir içeriği bulunur burada. Güneşin yol göstericiliği olmaksızın çıkılan deniz yolculuğu tehlike barındırsa bile, uyanık kalmalı ve zihnini işletmeyi sürdürmelidir kişi: “Sertçe vursa bile ayağıyla gemi / ve ürkek bir adım atsa, / sen yine de sakin kal güvertede.” Yolculuk gerekli, üstelik acil ama hiç de güvenli değildir; güneş yakında batacaktır, su karanlıktır. Bachmann, bireysel sorumluluğun önemine kendi zamanından kuvvetli bir şerh düşerken, aynı zamanda bireyin bilinmezlik karşısında duyduğu tereddüt ve bilindik manzaralara sığınma eğilimini, her daim pusuda duran pişmanlık duygusunu ve geri dönülmezliğe dair o korku dolu heyecanı göz ardı etmez: “Görünmez olmuştur artık kara. / Bir elini daldırmalıydın kumlara pençe gibi / ya da bir tutam saçınla kayalara bağlanmalıydın.”
Gün batımında deniz yolculuğu, yeni ve bilinmez olana, Bloch’un tabiriyle Henüz-Bilincine-Varılmamış’ın bölgesine yönelik hareketin, hafızanın yükünden bütünüyle bağımsız olmadığının habercisidir. Demek şiirsel özne, bilince varmaya karşı bir tür direnç göstermektedir. Üretim alanında kendini duyuran direnç insani öznede olan bir direnç değildir ama, Bloch’a göre. Burada söz konusu olan direnç, daha ziyade, üzerinde çalışılan yeni malzemenin içindedir ve keskin bir biçimde toplumsaldır, “[ç]ünkü üretken öncülüğün yöneldiği Yeni, esas itibarıyla, yükselmekte olan davanın da yeniliğidir başlı başına.” (6) Kolektif-bireysel suç tartışmalarının toplumun her kesimini baştan başa kat ettiği, hafızayı canlı tutma ve unutma savunucuları arasındaki tartışmaların on yıllarca sürdüğü, habis bir geçmişin üzerine sünger çekmek adına eğlencelik edebiyatın ve televizyon içeriklerinin türediği bir dönemin en üretken şairlerinden Bachmann’ın şiirsel girişimi, ancak böylesi bir müşkülatın direnciyle karşılaşabilirdi. Ve aydınlanmaya yönelik bu girişimde isteksizliğin yahut havlu atmanın yeri yoktur. Yine bir ikiliğe gönderme yapan başlığıyla “Alacakaranlıkta” şiirinden: “Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım / aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe, / yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran / benim merminin ardında, hayal gibi, / yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin, / ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.” (7) Kurşun gibi ağır bir hafıza canlı tutulacak, arşivlenecektir; ama hayıflanmalarla, travma kalıntılarıyla, geçmişe gömülüp kalmış karanlık bir bilinçle devam etmeyecektir yaşam: Yeniye, ışık saçana gidecektir.
Şiir bu müşkülatı omuzlayıp gerçekten de sabaha çıkabilmiş midir? Büyük Ayı’ya Çağrı’nın açılış şiiri, “Denize çıkış”ın tersyüz olmuş hali gibidir. “Oyun bitti” başlıklı şiir şöyle açılır: “Sevgili kardeşim, ne zaman bir sal yapacağız kendimize / ve yelken açacağız gökyüzünden aşağıya? / Yakında bu yük çok ağır gelecek, sevgili kardeşim, / ve batacağız uçurumlara.” (8) Ertelenmiş Zaman’ın ilk şiirinde görülen, engin denizde bilinmeze doğru yol almaya çağrılan öznenin yerini, uyku vakti gelmiş iki kardeşin odalarında fısıldaştığı mahrem bir aile ortamı almıştır şimdi. İlk kitapla aynı başlığı taşıyan, “Daha çetin günler gelmekte.” uyarısıyla başlayıp “Bakma etrafına. / Bağla pabuçlarını. / Geri kovala köpekleri. / Dök balıkları denize. / Söndür kandilleri!” dizeleriyle eylemin ne derece acil ve elzem olduğunu belirten o etik sorumluluk çağrısının yerini “onca taşlarla” “büyük yaralar” almış ayaklar almıştır: “Artık uyuma vaktidir sevdiceğim, oyun bitti. / Usulca yürümeliyiz. Beyaz gecelikler havalanmakta. Hareket sonlanmış değildir, ne ki hareketin kılavuzu umut değildir artık. Denize çıkan şiir öznesi şimdi bir deniz kazazedesidir adeta; sürünerek, uysal ve dermansız adımlarla hayatta kalmaya çalışır gibidir gecenin ortasında. Engin deniz şimdi bir “Ölü liman”a dönüşmüştür. Yeniye olan tutkulu inanç yoktur artık: “Tek, ama tek bir ülke kalmadı ayak basılmadık! / Ve sürüklenmekte denizcinin ağları paramparça, / çünkü kahkahalar atan çılgın kâşifler, / şimdi ölü bir su yoluna düşmüşler.” (9) Bir yönüyle modern biyosiyasetin, Auschwitz gerçekliğinin ölüme terk etmek ve yaşatmak dışında ürettiği bir üçüncü formül olan hayatta tutmak edimine teslim olunmuş gibidir. Şiirsel dil, bu gerçekliğin karşısında varlığını meşru kılacak bir zemin bulamamıştır. İkinci kitabın, “Güneşin altında yoktur daha güzeli, güneşin altında olmaktan…” (10) merkezi dizesiyle ışığa olan sadakatini geri kalan her şeyi dışarıda bırakarak ifade eden “Güneşe” şiiri dahi, neticede umuda yaklaşmak adına atılmış son çaresiz adım gibidir: “Yakınacağım, engellenemez biçimde yitip gidişine gözlerimin” dizesiyle kapanır şiir.
Bachmann’ın derdi dönemin olaylarına doğrudan tanıklık etmek değildir. Onun kayıt altına aldığı mesele, tarihin yapıcı öznesi olacağı yerde sırf nesnesi konumuna indirgenmiş ve dermansız kalmış bireydir; her şeye karşın ve her şeyle birlikte, umudunu yitirmemesi ve harekete geçmekten geri durmaması gereken birey. Umutsuzluğa kapılan birey eylemsizliğe de kapılacak, tarihin kendisine dayattığı nesne konumuna uysalca boyun eğmiş olacaktır çünkü. Bachmann şiirinin kayıt altına aldığı, arşivlediği şey, tam da tarihsel koşulların bireyin psişik aygıtını nasıl şekillendirdiğidir. Ve bu, ona göre, ancak yapıt yoluyla mümkündür: “Gerçek sorunları insan çok farklı bir biçimde üstleniyor, bu sorunlar konferanslarda, kongrelerde tartışılamaz. Ve bu türden gerçek bir sorunun varlığı söz konusu ise eğer, o sorun, en olumlu anlamda olmak üzere, tartışılamaz. Ve bu soruna verilebilecek tek yanıt, çalışmadır, yapıttır ve bu yapıtın başarılmasıdır.” (11) Toplumsal ve siyasal çatışmalar yazar açısından dil ile çatışmada kendini gösterir, Bachmann’a göre; ve yapılması gereken, gerçekliğin karşısına yeni bir dille çıkmak ve yeni bir dil oluşturma girişimi esnasında, dilin kendi başına kurtarıcı olabileceği yanılmasına kapılmaksızın, esas itibariyle “ahlaka ve bilgiye yönelik bir atılım” yapabilmektir.
Şair: Arşivin Arşivcisi?
Yazının girişinde belirtildiği gibi, Freud’un psişik yapı modeli bir tür arşivdir aslında. Ama geleneksel arşivle arasında ciddi bir fark bulunur: Kurum olarak arşivde belgeler bir arşivcinin müdahalesiyle ayıklanıp seçilirken –ki bu kendi içinde bir iktidar ânıdır–, psişenin arşivinde seçim yapılmaz; her şey kaydedilir. Psişik aygıtı kayıt altına alma girişiminde bulunan şair, geleneksel arşivlerde arşivcinin üstlendiği belirleyici role benzer biçimde, bu aygıtın tarihsel-toplumsal süreçler tarafından belirlenen içerikleri arasından hangisini kayıt altına alacağını, hangisini kayıt dışı tutacağını (çoğun bilinçdışı bir şekilde) belirler. (12) Bu anlamda şair, tanıklığıyla, kendi kendini arşivleyen bir yapı olarak psişeyi şiirsel müdahale aracılığıyla arşivleyendir. Bir bakıma, arşivin arşivcisidir. Dil, herhangi bir dil, böylesi bir çaba için yeterli kaynağı sağlayabilir mi?
Bu soruya olası bir yanıt, bir arşivleme dürtüsü olarak tanıklığın örtük ikili yapısında aranabilir. Söz konusu ikili yapı, bir olanaklılık ve olanaksızlığın eşgüdümlü varlığını öngörür: Birinin dil yoluyla tanıklık edebilmesi için birilerinin konuşamıyor olması gerekir. Yazarın tanıklığı üstlenmesi, konuşamayan öznenin yerine konuşmasını gerektirir. Bachmann’ın tartışılamaz sorunlara ancak yapıtla yanıt verilebileceği yönündeki düşüncesi de yapıt dışında dile getirilemeyen, kimse tarafından konuşulamayan bir şeylerin varlığını ima eder esasında. Öyleyse doğrudan olaylara tanıklık söz konusu olmasa bile, şair yapıt yoluyla konuşamayan birilerinin yerine konuşuyordur. Bu durum, bir tanıklık ve psişik arşiv olarak şiirin tanıklığını olayların ve durumların hükümranlığından azade kılarak ona zamanaşırı bir boyut kazandırsa da, tanıklığın örtük ikili yapısı yazar-tanığı müşkül bir konuma iter her durumda: Yazarın konuşması birilerinin konuşamamasıyla rabıtalıysa şayet, o halde yazar “özneliğin-yok-edilişinin öznesi”dir. (13) Şair-tanık, etik özne, özneliğin-yok-edilişine tanık olan öznedir. Hal böyleyse, şiir psişik aygıtı gerçekten de yeni bir dil yoluyla kayıt altına almaya muktedir olabilir mi?
Bachmann büyük dönüşüm evrelerinde gerçekliğin karşısına yeni bir dille çıkmaktan bahsediyordu. Sanıyorum her şair, yazar ve sanatçı, yürekten inanır böylesi bir fikre. Öte yandan yine Bachmann, şiir yazmaya devam edebilmesi için şiir yazabileceğine inanması gerektiğini belirtmiş, çok geçmeden şiiri bırakarak edebiyatın başka alanlarında ürün vermeye devam etmiş bir şair. Psişik arşivin arşivcisi, özneliğin-yok-edilişinin öznesi konumunda, yine öznesi olduğu konuşmayı üstlenme hususunda söylenmiş-olanın ötesine geçip yeni bir dil kurma girişiminde sendeleyebiliyor. Böylesi bir durumda şairin tanıklığı, tam da arşivlenemez olanı arşivleme çabasına dönüşüyor: Konuşmanın yetersizliğini. Bachmann’ın şiir seyrinin bize gösterdiği, şiirsel dilin, özellikle çağ dönümlerinde, özneyi yeniden kurma girişiminin dilin sınır hatlarında mağlubiyete uğrayabileceğidir. Şairin beden ve düşgücü arşivinde kayıtlı kaynaklar da yetersiz kalır burada. Ama öyle olsa bile, şair, ifadelerin ve olguların arşivinde yeri olmayan bir şeyin, yani konuşmanın yetersizliğinin kaydını tutmasıyla, ütopik ve arkaik olanın, yeni ve bastırılmış/unutulmuş olanın üretken alanına davet eder bizi. Nasıl ki “gökyüzünde gördüğümüz karanlık, bilinmeyen yıldızların ışıklarının görünmezliğinden başka bir şey” (14) değilse, psişik aygıtı arşivleme çabasında konuşmanın yetersizliğine tanıklık eden şairin dili de, belki böylelikle, ifade edilemez olanın kayıt altına alındığı yeni dilsel bir arşiv kuruyordur. Şairin psişik aygıtı arşivleme çabasına bu açıdan yaklaşmakla, Blochçu tarih düşüncesine de bir adım daha yaklaşıyoruzdur belki.
1 Freud’un psişik aygıtta meydana gelen olaylara istinaden kullandığı psychische Akte [psişik edim] terimindeki Akte kelimesi, Almanca’da aynı zamanda “belge” anlamında kullanılır. Kelimenin çoğul eki almış hali Akten, ortak bir temaya sahip belgelerden oluşan arşiv koleksiyonlarını tanımlar.
2 Ingeborg Bachmann, Frankfurt Dersleri, çev. Zeynep Sayın (Ankara: Bağlam Yayıncılık, 1989) 29.
3 A.g.y., 38.
4 Şairin “Şiirler 1948-1953”, “Şiirler 1957-1961” ve “Şiirler 1964-1967” başlıkları altında toplanan kitaplaşmamış şiirleri bu yazının kapsamı dışında tutulmuştur.
5 Ingeborg Bachmann, Toplu Şiirler, çev. Ahmet Cemal (İstanbul: YKY, 2016) 35.
6 Ernst Bloch, Umut İlkesi Cilt 1, çev. Tanıl Bora (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013) 165-166.
7 Toplu Şiirler, 146.
8 A.g.y., 89.
9 A.g.y., 121.
10 A.g.y., 142.
11 Ingeborg Bachmann, Bu Tufandan Sonra, çev. Ahmet Cemal (İstanbul: Metis, 2018) 131.
12 Böylesi bir perspektif, sanat ve temsil arasındaki ilişkiye dair yeni kapılar açabilir.
13 Giorgio Agamben, Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar, çev. Ali İhsan Başgül (Ankara: Dipnot, 2017) 158.
14 A.g.y., 169.
Karakutu Derneği Gönüllüleriyle “Hafıza Yolculuğu” Deneyiminin Anlatısı
- SEKME X KARAKUTU DERNEĞİ -
Agamben, Giorgio. 2000. Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar (Çev. Ali İhsan Başgül). Dipnot.
Azoulay, Ariella. 2011. “Archive.” Political Concepts: A Critical Lexicon. Vol 1.
http://www.politicalconcepts.org/archive-ariella-azoulay/
Benjamin, Walter. 1993. “Tarih Kavramı Üzerine.” Son Bakışta Aşk: Walter Benjamin’den Seçme Yazılar. (Yayıma hazırlayan: Nurdan Gürbilek). Metis.
Campt, Tina. 2017. Listening to Images. Duke University Press.
Davis, Natalie Zemon. 1990. Fiction in the Archives: Pardon Tales and Their Tellers in Sixteenth-Century France. Stanford University Press.
Derrida, Jacques. 1996. Archive Fever: A Freudian Impression
(Eric Prenowitz, trans.). University of Chicago Press.
[Metinden pasajların Türkçe çevirisine https://gazetekarinca.com/2017/07/arsiv-hummasi-jacques-derrida/ linkinden erişilebilir (Çev. Murat Erşen)]
Farge, Arlette. 2015. The Allure of the Archives (Thomas Scott-Railton, trans). Yale University Press.
Hartman, Saidiya. 2019. Wayward Lives, Beautiful Experiments: Intimate Histories of Riotous Black Girls, Troublesome Women and Queer Radicals. W. W. Norton & Company.
Sarlo, Beatriz. 2012. Geçmiş Zaman: Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma. (Çev. Peral Bayaz Charum, Deniz Ekinci) Metis.
Stoler, Ann Laura. 2008. Along the Archival Grain: Epistemic Anxieties and Colonial Common Sense. Princeton University Press.
Weld, Kirsten. 2014. Paper Cadavers: The Archives of Dictatorship in Guatemala. Duke University Press.
Weizman, Eyal. 2017. Forensic Architecture: Violence at the Threshold of Detectability. Zone Books.
Okuma Önerisi
- HAZAL HÜRMAN -
Arşivi bir belgeler yığını, tarihe tanıklık eden vesikaların saklandığı yer olarak tanımlıyor sözlükler: Belgelik, mahzen-i evrak.
Sözlüklere göre arşiv, sınırları belli bir mekâna, bir anılar derlemine, bilgilendirici kaynaklar bütününe işaret eden bir isim. Öte yandan, dergi içerisindeki (gayri)arşivsel temaslarda, hatırlamanın olduğu kadar unutmanın; göstermek kadar gizlemenin; geçmişi belgelemek kadar geleceği kurmanın; objektiflik iddiasındaki bilgi kadar kurmacanın alanı olarak serimleniyor arşiv. “Arşiv nedir?” den ziyade “arşiv ne yapar?” “arşive neden bakarız?” sorularının peşinden giden yazılarda arşiv, salt bir isim olmaktan çıkıp bir kavram olarak kendini dayatıyor: İktidar ilişkilerini ve hakikat rejimlerini içerisinde barındıran, temsil eden ve yeniden düşünmeye, dönüştürmeye çağıran bir kavram.
Arşivi sözlüklerin iddia ettiğinin aksine bir isim olarak değil de bir kavram olarak ele alan, onda bulunduğu varsayılan durağan öze erişmeyi denemek yerine akışkan sınırlarını, katmerli ve hatta çelişen tahayyüllerini izleyen ve bu yolla dışarıdan arşive bakmak yerine dünyanın haline arşivden bakan yazılar için bkz:
Tarihin Suskunluklarının Peşinden Gitmek:
Bir Arşiv Deneyimi
- NURÇİN İLERİ -
Cumhuriyet dönemi edebiyat tarihi çalışması yürütmek için girdiğim Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü yüksek lisans ve ardından doktora programlarında aldığım dersler aklımı çok karıştırmış olsa gerek ki çalışmayı hedeflediğim ama sonra içine daldığım farklı konular ve dönemler arasında biraz savrulmuşum. Bahsettiğim verimli bir savrulma aslında. Oldukça geleneksel yöntemleri benimseyerek edebi metinlere yaklaşan ve adeta öğrencinin bir edebi eserden alabileceği şevk ve zevki törpüleyen bir edebiyat lisans programından mezun olduktan sonra, sanırım yüksek lisans ve doktora programlarının disiplinlerarası bir perspektifle sunduğu konular, tartışmalar ve zorluklar, beni bu zanaatın büyülü dünyasına çağırdı. Heyecan duyduğum birkaç ders, halen başucumda tuttuğum birkaç kitap ve en önemlisi de yola birlikte koyulduğumuz dostlarım bu maceranın müsebbibidir.
On sekizinci yüzyıl Fransız adli ve polis kayıtları üzerine çalışan ve toplumun marjinal kesimlerinin hikâyelerine odaklanan tarihçi Arlette Farge, Allure of the Archives (Arşivlerin Cazibesi) adlı kitabında, yaşarken geriye tek bir not bile bırakamayan hayatları unutulmaktan kurtarmanın önemini dile getirir. Farge’a göre tarihçinin görevi bir kurtarma operasyonudur. Her ne kadar arşivlerin tozlu belgelerinde “kıyıya vurmuş olanları hayata geri döndüremesek de bu onları ikinci bir ölüme terk etmemizin nedeni olmamalı” der. Anlatacağımız hikâyenin çok kısıtlı olabileceğini ama mutlaka tarihin kıyıya vurmuş bu aktörlerinin gizemli varlığının başkalarının da dikkatini çekeceğini ve buradan yeni hikâyeler türeyeceğini savunur. (1) Farge’ın bu çalışması 2000’lerin başlarında, ben dahil, birçok genç kuşak tarihçinin yapmak istediğini güzel bir dille anlatıyordu: tarihin suskunluklarının peşinden gitmek.
Doktora çalışmalarımızı tamamladıktan sonra, ilgilendiğimiz konularla rabıtalı olarak tarih ve edebiyat disiplinlerinin sınırlarını sorguladığımız Tarihçilerden Başka Bir Hikâye’de de dile getirdiğimiz üzere, tarihin sadece belli başlı aktörlerini ve konularını öne çıkaran ve Osmanlı/ Cumhuriyet geçmişine dair ortalama bir sağduyuya hitap eden popüler tarih anlatılarından veya konvansiyonel tarihçilikten farklı olarak derdimiz, gündelik hayatın olağan akışı içinde var olmaya çalışan ve başlarına gelenlerle mücadele eden veya edemeyen hiç de sıradan olmayan “sıradan insanlar”ın dünyalarına kapı aralamaktı. (2) Bu tarihsel ve metodolojik çerçevede ise benim ilgimi çeken, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçişte Osmanlı devletinin başkentinde ‘gece’nin zamansal ve mekânsal dönüşümü, bu dönüşümde altyapı hizmetlerinin, gözetim/denetleme pratiklerinin ve kent sakinlerinin duygularının nasıl bir rol oynadığı ve farklı tarihsel aktörlerin gece mekânını nasıl deneyimlediği oldu.
Tarihin çoklu aktörlerini görünür kılma ve sıradan olanın önemsiz addedilen sesini yükseltme çabası içindeyken, Boğaziçi Üniversitesi’nde yürütülen bir arşiv projesi kapsamında tarihçilik zanaatının farklı bir veçhesi, mutfağı ile tanışma fırsatı bulacaktım. Türkiye’de yirmi yılı aşkın bir süredir, devlet arşivlerinin dışında içerik sunan —günlük, hatırat, aile koleksiyonları, fotoğraf gibi— malzemelere yönelik çalışmalar birçok kültür, sanat ve eğitim kurumları hatta köklü şirketlerin de ilgisine mazhar olmuştu. Bu kurumların motivasyon ve amaçları, yeni araştırma gündemlerini teşvik etmekten sanatsal ve estetik platformlar yaratmaya, kurumsal hafızanın yeniden inşasından finansal ve sosyal prestij kampanyaları oluşturmaya kadar çeşitleniyordu. Yerel ve yabancı fon imkânları, insanların geçmişe dair günbegün artan iştahı hem arşiv çalışmalarını hem de dijitalleşme projelerini hızlandırmada büyük rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor.
Kültürel miras, arşiv ve dijitalleşme alanında yaşanan bu gelişmelere bir kamu üniversitesi olarak Boğaziçi Üniversitesi kayıtsız kalmadı. 2013 yılında üniversitenin 150. yılı etkinlikleri kapsamında üniversite yönetimi, üniversiteyi önceleyen, temelleri on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında atılmış Robert Kolej ve Amerikan Kız Koleji gibi kurumları da kapsayacak biçimde bir kurumsal hafıza inşa çalışması başlattı. Amaç bu kurumlara ait yazılı, basılı, görsel, kurumsal ve kişisel kaynakları bir arşiv veri tabanında bir araya getirmek ve bu veri tabanını araştırmacılara ve kamuya sunmaktı. Hiç şüphesiz, tarihsel, sosyal ve kültürel boyutlarıyla üniversitenin belleğinin canlandırıldığı bu süreç, tarihçilik zanaatının hazzına varmış herkes için heyecan vericiydi. Projeyi beraber yürüttüğümüz Prof. Dr. Cengiz Kırlı ile bu sürecin ilk emekçileri olarak, karşılaşacağımız arşiv ve koleksiyonların zenginliğinden ve bir o kadar da bizi bekleyen zorlu yolculuktan henüz habersizdik.
Üniversite ve onu önceleyen kurumlara dair dünyanın ve Türkiye’nin farklı arşivlerine dağılmış kaynakları derleme çalışmamız, üniversitenin farklı birimlerinde muhafaza edilen birkaç özel arşiv ve koleksiyonun keşfiyle devam etti. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi'nde bulunan ve çoğu, bilim insanlarına ve yazarlara ait bu koleksiyonlar tarih, mimarlık, arkeoloji, sanat tarihi, edebiyat, siyaset, dış politika ve fen bilimleri alanlarında oldukça değerli yazılı ve görsel malzemeyi içeriyordu. Bu koleksiyonların ortak noktası, miras veya bağış gibi çeşitli vesilelerle aynı üniversitenin çatısı altında bir araya gelmesiydi. Seçici bir zihniyetin ürünü olan ve ideolojik bir meşruiyet kaygısı taşıyan devlet arşivlerine kıyasla bu özel arşiv veya koleksiyonlar, içerik yönünden çok daha fazla çeşitliliğe sahipti; bu kişisel anlatılar ailevi, sosyal, kültürel ve politik olanla kesişiyordu. Gündelik hayatın sadece sıra dışı anlarını değil, sıradan yönlerini de karakterize etmekte ve tarihin tekdüze anlatılarını derinleştirme ve genişletme potansiyeli taşımaktaydı. Çoğu kamusal kişiliklere ait bu özel arşiv ve koleksiyonların bir avantajı da söz konusu şahıslar veya onların yakınları tarafından oluşturulmuş olması ve bu şahısların hayatlarına dair bütünlüklü bir anlatı sunmasıydı. Uzun yıllar çeşitli odalarda, kutularda, çekmecelerde saklı kalmış bu arşiv ve koleksiyonlar, geç Osmanlı İmparatorluğu'ndan modern Türkiye'ye, yüz yılı aşkın bir siyasi, sosyal ve kültürel tarihe ışık tutuyor; üniversitenin kurumsal hafızasının ötesinde ulusal kimlik, göç, kadın, aile hayatı, eğitim, bilim gibi alanlarda bir ülkenin kolektif hafızasına ve hızla yitip giden İstanbul kent yapısına ve geleneklerine dair çok şey söylüyordu.
Bu keşfin sevinci kısa bir zaman içinde yerini kaygıya bıraktı. Zira baş döndürücü bu bolluk içinde kaybolmak neredeyse kaçınılmazdı. O yüzden bir yol haritası çizmemiz, o zamana kadar henüz envanteri ve kataloğu oluşturulmamış, hatta bazıları kötü durumda olan bu malzeme üzerine nasıl çalışmamız gerektiğine karar vermemiz gerekiyordu. Üniversitenin kendi öz kaynaklarıyla, arşivlerin varlığına dair bir farkındalık yaratabilmek adına bir kitap ve sergi çalışması hayata geçirdik. Ancak arşiv koruma ve dijitalleştirme çalışmaları için hem teknik alt yapıyı kurmak hem de bu özel arşivler üzerine çalışacak donanımlı bir ekibi bir araya getirmek için üniversite öz kaynaklarının yetersiz olduğunu anladığımızda, dışarıdan finansal destek arayışına başladık. Birkaç koleksiyonun ortak noktasından hareketle hazırladığımız “Kişisel Arşivlerle İstanbul’da Bilim, Kültür ve Eğitim Tarihi” isimli proje olumlu sonuçlandı. Arşiv merkezinin teknik altyapı sisteminin kurulduğu, arşiv koruma malzemelerinin temin edildiği, tasnif, kataloglama ve dijitizasyon süreçlerine dair ayrıntılı çalışmaların yapıldığı, aynı zamanda eğitim, konferans ve online sergi gibi birçok etkinliğe imza attığımız oldukça verimli, bir o kadar da zorlu ve sancılı bir yıl oldu. Özverili bir ekiple bu bir yılda yürüttüğümüz çalışmaların ayrıntılarını şuradan izleyebilir veya şu kısa rapordan okuyabilirsiniz.
Tarih zanaatıyla uğraşan biri için oldukça heyecanlı olan bu süreç, işin mutfağında çalışan arşiv emekçileri için tüm güzel keşiflere rağmen yorucuydu. Fakat daha da üzücü olan ilk dış kaynaklı projenin tamamlanma aşamasında arşivin içeriği ile ilgilenebilecek kamu kurumlarına ve özel kuruluşlara yaptığımız finansal destek başvurularının olumsuz sonuçlanmasıydı. Aktörleri değişen üniversite yönetimi ise farklı önceliklere sahipti; çeşitli ekonomik gerekçeler öne sürülerek merkezin sürekliliğinin sağlanması için ne yazık ki yeterince çaba sarf edilmedi. Hiç şüphesiz, bu süreci Türkiye’nin politik gündeminden bağımsız düşünmek imkânsız. (3)
Kültürel miras ve arşiv çalışmalarında finansal desteğin veya teknik ve maddi altyapı hizmetlerinin sürekliliğinin sağlanması o kadar elzem ve ön plandadır ki, çoğu zaman bu sürecin gerektirdiği yoğun emek ve arşiv çalışanlarında yarattığı duygu çeşitliliği geri planda kalır. O yüzden çok kısaca birkaç örnek üzerinden buna değinmek istiyorum.
Arşiv çalışanları sadece belgeler ve araştırmacılar arasında bir aracı değil, aynı zamanda geçmiş, şimdi ve gelecek arasında köprü inşa eden mimarlar gibidir. Tasnif, kataloglama, dijitalleştirme gibi çok teknik gibi görünen süreçlerde dahi, neye nasıl öncelik vereceğinize dair aldığınız kararlar önemlidir. Hangi kataloglama sistemini kullanacağınızdan tutun da bunları hangi veri tabanı aracılığıyla araştırmacılara sunacağınız, arşiv evrakının korunması için ne tür malzeme kullanacağınıza kadar her şeyin özenle seçilmesi gerekir, hiç şüphesiz size sunulan bütçe çerçevesinde. (4)
Belgelerin kimliklendirilme aşaması ise teknik bir süreç olmakla birlikte yeni keşiflere gebedir. Özel bir arşiv üzerine çalışırken arşivi yaratan şahsa dair genel bir bilgiye sahip olmak elzemdir. Bu bilgiye yaslanarak kaba bir sınıflandırma yaparsınız. Malzemenin çeşitliliği ve içeriğini göz önüne alarak her bir belgeyi, başlığı, kim tarafından üretildiği, ne zaman ve hangi dilde üretildiği, kim tarafından ne koşullarda kurumunuza ulaştırıldığı gibi özellikleri de not düşerek tanımlarsınız. Zaman ilerledikçe bir bakmışsınız ki, bir yığın evrak ve eşya arasında o kişiye çok aşinalaşmış ve bir gönül yakınlığı kurmuşsunuz. Kişisel deneyimlerimden yola çıkarak, her özel arşiv ve koleksiyonun bende yarattığı tesirin farklı ama her birinin oldukça zenginleştirici olduğunu söyleyebilirim. Burada üzerine çalıştığım arşiv ve koleksiyonların bütününden bahsetmem mümkün değil, ama beni ve çalışma arkadaşlarımı etkileyen birkaç karşılaşma anına dönmek isterim.
David’in İlk ve Son Mektubu
İlk bahsetmek istediğim koleksiyon bir aile koleksiyonu. Scott Aile Koleksiyonu’nda Amerikan Kız Koleji’nde eğitim görmüş, sonrasında ise orada öğretmenlik yapmış Eveline T. Scott (1889–1976) ve uzun yıllar boyunca Robert Kolej’de hizmet vermiş olan Harold L. Scott’a (1889–1958) ve diğer aile bireylerine ait mektup, günlük, seyahat notları, fotoğraf albümleri ve yazışmalar yer alıyor. Bu aile koleksiyonu Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’nin iki önemli kurumunda eğitim hayatına dair bilgi içermesinin yanı sıra, bir Anglo-Amerikan ailenin gündelik hayatının, 1908 Devrimi, yeni ulus-devletin inşası, dünya savaşları gibi dönemin toplumsal olayları ve siyasal atmosferinin etkisinde nasıl dönüştüğünü görebilmek için de bir alan sunuyor. Boğaziçi Üniversitesi Kültürel Miras Müzesi binasında, eskiden İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Süheyla Artemel’in çabalarıyla uzun yıllar boyunca muhafaza edilen bu koleksiyonda ilk göze çarpan, Eveline Scott’ın yazdığı binlerce mektup, tuttuğu günlükler ve seyahat notlarıydı. Ayrıca yine ailenin düzenli bir şekilde derlenmiş fotoğraf albümlerinde de Eveline’nin çabası oldukça görünürdü. 1944’te oğlu David’i, 1958’de ise eşi Harold’ı kaybeden Eveline, bu mirasın muhafızlığını ailenin en uzun yaşayan bireyi olarak üstlenmiş olsa gerek.
Koleksiyon üzerine çalışırken beni ve çalışma arkadaşlarımı en çok etkileyen şeylerden birisi, bir dosya içinden çıkan iki mektuptu: David’in ailesine yazdığı ilk ve son mektup. 1924’te dünyaya gelen David, hayatının ilk on beş yılını Türkiye’de geçirdikten sonra eğitimine Amerika Birleşik Devletleri’nde devam etmiş, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerineyse, Avrupa'ya gönderilen birçok erkek öğrenci gibi savaşa katılmak zorunda kalmıştı. Cephede bulunduğu süre boyunca ailesiyle yazışmaya devam eden David, 1 Aralık 1944 tarihli son mektubunda savaşın bitmesine dair arzusunu şu şekilde dile getirmişti: “Doğal olarak savaşın bitmesini bekliyoruz. Bu çok da uzak görünmüyor, siz ne düşünüyorsunuz? Umarım bu kış tüm bu karmaşa sona erer. Hepinize kucak dolusu sevgiler.” David’in bu dileği kısa bir süre sonra gerçekleşecek olsa da David bu savaştan sağ çıkamayacaktı. David’den bir süre haber alamayan Eveline ve Harold Scott’ın yazdığı endişeli mektuplar ise Aralık 1944’te Fransa’da cephede hayatını kaybeden David’e hiç ulaşamayacaktı. Dünya savaşları hiç şüphesiz büyük yıkımları beraberinde getirdi ve biz bu yıkımları çeşitli çalışmalar, filmler veya belgeseller üzerinden okuduk, izledik. Ancak bu savaşın sıradan aktörlerinden birisi olan David’in kısa ömründe kaleme aldığı mektupların ilki ve sonuncusuyla karşılaşmak, savaşın yıkıcılığını ve bir o kadar da gündelik bir sıradanlığa sahip olduğunu görmek açısından oldukça sarsıcıydı. İlerleyen günlerde, bir zarfın içinden çıkan David’in çocukluk yıllarına ait saçlar ise dilerim Eveline’nin hasretini bir nevi olsun dindirmiş olsun.
1977-78 yıllarına ait Günaydın defterinde örnek bir sayfa
1977-78 yıllarına ait Günaydın defterinde örnek bir sayfa
Traugott Fuchs’un sesi
Bir başka önemli karşılaşma anı ise Traugott Fuchs arşivi üzerine çalıştığımız esnada gerçekleşti. Bir edebiyat profesörü, ressam ve yazar olan Traugott Fuchs, 1934 yılında Nazi rejimine muhalif siyasi görüşleri nedeniyle Almanya'yı terk edip, hayatının geri kalanını geçirdiği İstanbul'a geldi. Fuchs’un, Nazi Almanyası'ndan Türkiye'ye göç eden haymatlos entelektüelleri arasındaki tanınmış isimlerden olmasa da, Türkiye'deki sayısız öğrenci ve akademisyen üzerinde önemli ve özgün izler bıraktığını arşiv mirası üzerinden görmek mümkün. Yine Prof. Dr. Süheyla Artemel’in çabalarıyla günümüze kadar ulaşmış olan Fuchs arşivi binlerce belgenin bulunduğu kutulardan, 200 yağlı boya resim, 6000'den fazla çizim, 2000 adet kitap ve yüzlerce fotoğraftan oluşuyor. Kutularda Fuchs'un kendi edebi çalışmalarının (çeviriler, şiirler, vb.) yanı sıra ders notları; öğrencileri, çalışma arkadaşları ve Leo Spitzer, Erich Auerbach, Hermann Hesse ve Hellmut Ritter gibi önemli Alman entelektüelleriyle yazışmaları; sosyal etkinliklerine dair malzemeler, biyografik belgeler (günlük, seyahat notları, mektuplar) ve aile arşivi bulunuyor.
Bir haymatlos entelektüeli olarak Fuchs’un merceğinden İstanbul ve Anadolu’nun kültürel tarihine ve gündelik hayatına doğru yolculuğa çıktığımız bu hazinenin içinde bizi en çok heyecanlandıran anlardan biri, Fuchs koleksiyonu üzerine çalışan meslektaşımız Anna Vakali’nin Fuchs’a ait bir ses kaydı bulması olmuştu. Yaklaşık sekiz aydır üzerinde çalıştığımız kişinin belki de en mahrem anılarına şahit olmuştuk. Fuchs’un sesini duyduğumuzda portresinin eksik kalan yanı bizim için artık tamamlanmış oldu. Nazi rejiminin baskısından kaçarak Türkiye’de yeni bir hayat kurmaya çalışan Fuchs’un materyal mirası rengârenk olsa da zaman zaman bu renklere gölge düştüğü ve Fuchs’un da zor zamanlardan geçtiği aşikâr. Bu koleksiyon üzerine çalıştıktan kısa bir süre sonra, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu politikalarını eleştiren bir barış bildirisini imzaladıkları gerekçesiyle birçok akademisyenin yargılanması için davalar açılmış, kimilerinin işine KHK’lar ile son verilmiş, kimileri ise baskı rejiminin tehdidinden dolayı Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Kişisel hikâyemde önemli bir dönüm noktası olan bu süreçte “iyi ki Fuchs ile tanışmışım” dediğim çok an oldu.
Jale İnan’ın Yorgun Herakles’i
Bu yazıda bahsedeceğim son karşılaşma ise birkaç fotoğraf üzerine: Yorgun Herakles’in fotoğrafları. Türkiye’nin ilk kadın arkeologlarından olan Jale İnan (1914–2001) arşivinin Boğaziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi’ne kazandırılmasında Jale İnan’ın oğlu Hüseyin İnan’ın çabası büyük. (5) 1940’lardan başlayarak Türkiye’de klasik arkeolojinin gelişimine dair birçok veri sunan bu arşivde, Roma ve erken Bizans dönemi üzerine Jale İnan’ın gerçekleştirdiği yayın ve çalışmaların orijinal ve taslak metinlerinin yanı sıra ödül, davetiye, tebrik kartları, kartpostallar, fotoğraflar gibi biyografik nitelikli belgeler yer alıyor. İnan’ın tarihi eser kaçakçılığına karşı verdiği mücadelenin en görünür örnekleri arasında olan Herakles heykelinin diğer parçasının Türkiye’ye getirilmesi için Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ve ABD ile yaptığı tüm yazışmalar, keşif ve ispat süreçlerine dair raporlar, makaleler, gazete kupürleri ve fotoğrafların yer aldığı “Herakles Dosyası” da arşivin bir parçası. Arşiv gönüllülerimizden olan ve Jale İnan arşivi tasnif ve kataloglama çalışmasında yer alan Gizem Kızmaz, Yorgun Herakles’in hikâyesini kısaca şu şekilde aktarmıştı:
1980 yılının sonbaharında Perge’de bir Herakles heykelinin belden aşağısı bulunur. Heykelde 12. görevini tamamlamış olmanın getirdiği bitkinlikle asasına yaslanırken gördüğümüz Herakles, tanrısal doğasından ziyade en insani yönüyle, yorgun düşmüş fiziksel bedeniyle karşımıza çıkar. Bütünlüğüne bundan ancak 31 yıl sonra kavuşacak olan bu heykel, zaman içinde tarihi eser kaçakçılığının küresel anlamda en görünür simgelerinden biri haline gelecektir.
Heykelin üst gövdesinin kazılarda çalışan iki işçi tarafından kaçırılmasıyla başlayan yasa dışı ticaret zinciri, Yorgun Herakles’i Atlantik’in ötesine sürükler. Boston Güzel Sanatlar Müzesi ile New Yorklu bir bankerin ortaklaşa satın aldığı parça artık bedeninden ve bağlamından kopartılmış, Batı’nın ‘evrensel’ müzeciliğinin ve özel mülkiyetin 'kanatları' altına alınmıştır. 1990 yılına gelindiğinde gazeteci Özgen Acar, New York'a yaptığı bir gezi sırasında Herakles'in üstünü Metropolitan Müzesi'nde tespit eder ve konuyu gerek yerel gerekse yabancı basında birçok kez gündeme getirir. Ancak iki parçanın birbirine ait olduğunu bilimsel olarak ispatlayan, Prof. Dr. Jale İnan'ın yayınladığı makaleler ve yürüttüğü deneyler olur. İnan, bu gerçekliği uzun uğraşlar sonucu 1992'de kanıtlamış olsa da, heykel ancak New Yorklu koleksiyonerin ölümünden sonra, dönemin başbakanının uçağıyla, 2011 yılında, Türkiye’ye getirilebilir. Bu anlamda Yorgun Herakles’in hikayesi, arkeoloji ve kültürel miras alanında güncelliğini hâlâ koruyan etik ve politik tartışmalara önemli bir örnek teşkil ediyor.
Jale İnan’ın Yorgun Herakles’in iki parçasının birbirine ait olduğunu tespit etmesi iki yıl sürmüş, ancak kaçırılan parçanın Türkiye’ye getirilmesi ve Antalya Müzesi’nde sergilenmesi nerdeyse yirmi yılı bulmuştu. 2001 yılında hayatını kaybeden İnan ise bu kavuşmaya ne yazık ki şahit olamayacaktı. “Herakles Dosyası” içinde karşımıza çıkan fotoğraflar bu sürecin farklı anlarını, ölçüm ve mulaj çalışmalarını ve bütünlüğüne kavuşmuş Yorgun Herakles’in hikâyesini günümüze aktarıyor. Belki de sözlü olarak anlatıldığında, aklımızda çok fazla bir şey canlandıramayacak olan bu hikâye—fotoğraflarla o anları bize yeniden yaşatarak—hafızalarımızda kalıcılaşıyor. Hiç tanışmadığımız Jale İnan’ın azmi, Yorgun Herakles’in bedeninde vücut buluyor.
Türkiye’de bir süredir ilgi görmeye başlamış olan özel arşiv ve koleksiyonları üreten kişilerin varsıl olduğu ve onlardan geriye kalanların çok ilgi gördüğü düşünülse de bu arşivlerin kapalı kapılar ardındaki hayatı bize hiç de öyle olmadıklarını gösteriyor. Her ne kadar bu arşiv ve koleksiyonlar zengin bir yazılı ve görsel içeriğe sahip olsa da, Farge’ın bahsettiği arşiv belgelerinde kıyıya vuranlardan daha farklı bir hikâye sunmuyor bizlere. Onların da kurtarma operasyonuna ihtiyaç duyduğu açık.
Son olarak söylemek istediğim, bu özel arşiv ve koleksiyonlarda karşımıza çıkan renkliliğin ve zenginliğin tarihçilik ve arşivcilik zanaatının ötesine taşınması ve disiplinler ötesi işlere imza atılması gerektiği. Bu bağlamda üç etkileyici deneme-film ve belgesel önerisi ile bitirmek isterim yazımı. Bunlardan ilki Alan Berliner’in göçmen olan ailesinin izini sürdüğü ve babasıyla yaptığı bir görüşmeye dayalı Nobody’s Business (1996), ikincisi Thomas Elsaesser’in aile arşivinden faydalanarak yaptığı The Sun Island (2017) ve üçüncüsü Dilek Kaya’nın İzmir Halkapınar Bit Pazarı’nda bulduğu bir mektubun izini sürdüğü belgesel çalışması Kazım (2020). (6) Her bir çalışmanın arşivlerle kurduğu ilişki farklı nitelikte ve o yüzden arşivlere içkin potansiyelleri de görmemizi sağlıyor. Hiç şüphesiz tarihçiler, arşivciler, film yapımcıları veya sanatçılar arasında kurulacak disiplinlerarası bir iş birliği ile daha eleştirel ve yaratıcı anlatıların üretilmesi mümkün.
1 *Bu yazıdaki tüm görseller Boğaziçi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi’nden (BUADM) temin edilmiştir. Arlette Farge, Allure of the Archives, çev. Thomas Scott- Railton (New Haven: Yale University Press, 2013), 121-122.
2 Ebru Aykut, Nurçin İleri ve Fatih Artvinli, der., Tarihçilerden Başka Bir Hikâye (İstanbul: Can Yayınları, 2019).
3 Boğaziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi faaliyetleri, Orient-Institute İstanbul aracılığıyla yürütülen bir proje kapsamında küçük çapta devam ediyor. Ülke gündemini çokça meşgul eden anti-demokratik uygulamalar bilimsel ve kültürel faaliyetlere ket vurduğu gibi bu alanlarda yapılan özverili çalışmaların sürekliliğinin sağlanmasında da büyük bir engel teşkil ediyor. İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Cumhurbaşkanlığı kararı ile kapatılmasının ardından üniversite kütüphanesi bünyesinde bulunan çok değerli arşiv ve koleksiyonlara online erişimin, başka bir erişim platformu sağlanmadan ortadan kaldırılması, bu tür arşiv ve dijitalleştirme çalışmalarının inşa edildiği zeminin nasıl da kırılgan olduğunu gösteriyor.
4 Bilgi ve deneyim aktarımının yaşandığı bu karar alma süreçlerinde Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, SALT ve İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi çalışanları ile iş birliği içinde olduğumuzu belirtmek isterim.
5 Hüseyin İnan önce dedesi Aziz Ogan arşivini, daha sonra ise annesi Jale İnan arşivini üniversiteye bağışladı. Aziz Ogan arşivi, yazının başlarında bahsettiğim proje kapsamında, kataloglandı ve dijitalleştirildi. Jale İnan Arşivi’ne dair kataloglama ve dijitalleştirme çalışmaları Hüseyin İnan’ın maddi ve manevi desteği ile gerçekleşti. Arşivde bulunan malzemeler üzerine Hüseyin Bey ile çalıştığımız her bir gün bizim için çok kıymetliydi, kendisine teşekkürü borç bilirim.
6 Bu eserlerle tanışmama vesile olan Ebru Kayaalp, Nezih Erdoğan, Özge B. Calafato ve Özge Ertem’e teşekkür ederim.
- MURAT TÜLEK -
- MURAT GÜVENÇ -
- JEAN FRANÇOIS PEROUSE -
Murat Güvenç'le Röportaj
MG: (İstanbul’u Okumak ve Beş Büyükşehirde Statü-Gelir Temelinde Mekansal Farklılaşma makaleleri) ortalıkta dolaşmaya başlayınca bir gün Ayhan Aktar beni evine davet etti, ben de gittim. Sen bunları gördün mü diye bana Annuaire Oriental’leri gösterdi. Bunların haritası vs. yapılır mı diye konuştuk. Ben bunları görünce çarpıldım. Bunların haritası yapılır tabii. Ankara'ya döndüğümde bir arkadaşa sordum, bunlar nerededir diye. Meclis Kütüphanesi'nde bunların 1910 ve 1922 yılına ait olanlarını bulduk. Sonrasında okulda hem ders veriyordum hem de boş zamanlarımda bunları excele giriyordum.
MT: Bu tam kaç yılı?
MG: Bu 1999 olmalı.
MT: O zaman OCR (Optical Character Recognition) teknolojisi de yok, tek tek elle mi yazıyor muydunuz?
MG: Evet.
MT: İnanılmaz. Kaç kayıt vardı?
MG: Kırk bin. Bunları tek tek giriyorduk. Annuaire Oriental'de bizim istatistiklerde olmayan acayip özellikler var.
MT: Nasıl özellikler?
MG: Mesela Fransızca'da mesleklerle ilgili ifadelerden yola çıkarak kişi işveren mi, kendi hesabına mı çalışıyor yoksa ücretli mi belirlenebiliyor. Mesela adamın adı Alexis Papadopulos olsun, "de la maison Alexis Papadopulos" dersen Alexis Papadopulos şirketinin Alexis Papadopulos'u demek. Yani şirketin sahibi demek; veya Alioğlu Mehmet, Alexis Papadopulos şirketinde “ücretli” diye yazıyor. İsmin arkasından da mesleğini ve adresini veriyor. Kayıtların bu özelliğinden çok etkilendim. İçerisinde alfabetik listede hem işyerleri hem de konutlar var. İşte bunları tek tek önce excele giriyor sonra excelde bunları sokağa göre sıraladığımızda hepsi aynı yere geliyordu. Ama tabii o dönemde sokağın nerede olduğunu tam bilmiyorduk, çünkü bugünkü adı farklı, haritası da yok. Tam bunlarla uğraşırken bir gün Jean François (Perouse) beni ziyarete geldi.
MT: O sırada Ankara üzerine doktora yapıyordu değil mi?
MG: Belki de bitirmiş vaziyetteydi. Herhalde benim Fransızca bildiğimi de biliyor. Ona gösterdim ne yaptığımı. Bana bir şey söylemedi. “Bunun için kullanılacak bir harita var mı?” dedi. Ben de “yok, bir şekilde sokakları bulacağız, şimdi veri tabanına giriyorum” dedim. Veri tabanına girdiğim zaman harita olmasa bile bunu 75. Yılda Değişen Kent ve Mimarlık kitabındaki makalede büyükşehirler için yaptığım gibi (statü ve diğer değişkenleri kullanarak) analiz edebilirim diye düşünüyordum. Nasıl İstanbul'daki, İzmir'deki farklılaşmaları buldum, burada da yapabilirim diye düşündüm. Sonra bir yılbaşı günü Jean François'dan bir paket geldi, içinde de bir CD. IFEA arşivindeki GOAD haritalarının bütün paftalarını (İzmir dahil) CD'ye kaydedip, göndermiş. O CD hala duruyor. Makineye taktım bir baktım, benim Annuaire Oriental'den girdiğim bütün sokaklar orada var. Üstelik kapı numaraları da sokaktaki kapı numaralarıyla tutuyor. Binanın hem hangi sokakta olduğunu hem de tam yerini buluyorsun! Apartmanın adları %95 Annuaire Oriental'deki apartmanla tutuyor. Birbirleriyle aynı isimler. Mesela Azarian Apartmanı diyor, haritada aynısı var. Bütün binaların sakinleri de Annuaire Oriental'de var. Bunu da bulunca bununla ilgili bir ODTÜ’de bir BAP (Bilimsel Araştırma Projesi) yaptık. Sonra da bir TÜBİTAK projesi yaptık. O proje yayınlanmadı ama projenin en ince ayrıntısına kadar bütün haritaları, raporları var.
MT: Peki bunları tek tek girmek ne kadar sürdü?
MG: Bunun girilmesi epey sürdü. O sırada, 2000'li yıllarda OCR çıktı. Bir kısmını da OCR'la girdik. Ancak ilk OCR'lar sınırlı programlardı. Mesela R harfi 1900'lerde belki de şık olsun diye bir çubuk bir yuvarlak bir de çengelden oluşuyor. Ama bu yuvarlak ve çengel bitişik değil! Bunu OCR'dan bir geçiriyorsun text olarak bir çubuk ve bir şapka işareti çıkıyor. Senin bunların hepsini bulup R'ye çevirmen gerekiyor. Yani OCR yardımcı oldu ancak problem bir anda çözülmedi.
MT: Peki bu çalıştıklarınız sadece 1910 ve 1922 yılları için değil mi?
MG: Evet. 1910 yılı aslında İstanbul'a elektrik gelmeden önceki son yıllardan biri. 1922 yılı da Annuaire Oriental'de konutlara ait bilgilerin en son yayınlandığı yıl. 1923'ten sonra konutlar yayınlanmıyor. Ve işgal dönemi, Osmanlı İmparatorluğu 1922'de yıkılıyor. Bu TÜBİTAK projesinin adı ‘II Meşrutiyet’ten İşgal Dönemine İstanbul’da Toplumsal, Ekonomik ve Mekansal Dönüşüm’dü. Burada merkezi iş alanında çalışanlar nerede oturuyor incelenebiliyor. Tramvay geldiği zaman -yani elektrifikasyon başladığı zaman- tramvay hattı Şişli'ye uzatılıyor, Beyoğlu'nda oturan pek çok kimse Şişli'ye taşınıyor. Çünkü artık tramvayla gidebiliyorlar. Tünel'in taşıdığı yolcularla tramvayın birleşmesi İstanbul'a muazzam bir hareketlilik yaratıyor. Osmanlı Döneminde Selanik, İzmir ve Beyrut’la birlikte tramvaya bağlı ilk banliyöleşme izlenebiliyor. Baktığın zaman Nişantaşı, Harbiye, Şişli, Kurtuluş mahallelerinin sosyal profilinin elektrikle birlikte nasıl değiştiği izlenebiliyor. Mesela tramvay gelmeden önce Bomonti'de bir tane fabrika var (bira fabrikası) ama etrafı tamamen boş. Orada “avcılar kahvesi” gibi işyerleri var. 1922'ye gelindiği zaman ise apartmanlar yapılmış, insanlar oraya taşınıyor. Müthiş bir sosyal değişim var. 1910 da üç yüz düzeyindeki Apartmanlı konut sayısının bine yükseldiği görülebiliyor. Buradaki haritaları da mütekabiliyet analizi ile yaptık. Sonrasında bununla ilgili birçok yerde sunumlar yaptım. Mesela SALT’tan önceki Osmanlı Bankası Müzesi’nde.
MT: Bunlar 2000'li yılların başında mı oldu?
MG: Evet. Bu projede mütekabiliyet analizi ile harita yapmanın yollarını buldum. O haritalarda mütekabiliyet analizi kullanıldı. Ama o zaman bununla kümeleme analizini etkin kullanmayı beceremiyordum.
MT: Peki o zamanlar kent çalışmalarında veya tarih alanında böyle çalışmalar var mıydı?
MG: Bildiğim kadarıyla pek haritalı çalışma yoktu. Onun için de çok ilgi uyandırdı. İstanbul’a sunum yapmaya geldiğimizde Osmanlı Bankası'nın salonları hep dolu olurdu.
MT: Peki sonrasında Bilgi Üniversitesi’ndeki İstanbul 1910-2010 sergisi sürecinde mi diğer Annuaire Oriental'lere, Telefon Rehberlerine ve İstanbul Ticaret Odası (İTO) sicillerine o zaman mı başladınız?
MG: Annuaire Oriental'lerin bir kısmını yapmıştık zaten. Sonra 2007'den sonra bu sergi işi (İstanbul 1910-2010) projesi başlayınca o tekniği bu kez İTO verilerine uyguladık. İTO verileri dediğin zaman bir milyon kayıttan bahsediyoruz. Bu kayıtlar çok önemli çünkü hem açılan hem kapanan kuruluşların kayıtları var. Ama biz o bir milyon kaydı, coğrafi kodlama işini Savaş (Yıldırım)'ı tanımasaydık hayatta bitiremezdik. O zamanlar machine learning yeni çıkıyordu. Savaş da bunu iyi biliyordu. Biz bir miktar adresi kodluyorduk. Kodladıklarımızı Savaş'a veriyorduk, Savaş bunu machine learning'le işliyordu. Sonrasında kodlanmamış verilere bunu uyguluyordu; ve bilgisayar, adresleri tarayarak o adreslerin hangi kodda olacağına dair tahmin yapıyordu. Bu tahminleri biz kendimiz kontrol ediyorduk. Yüzde doksanı tutuyordu zaten geriye kalan yüzde onu düzelttikten sonra düzeltilmiş veriyi tekrar Savaş'a veriyorduk. Biz mesela yüzde on kaydı çalışıyorduk, Savaş'a verince yüzde altmışı yapılmış oluyordu. O zaman bir seneden az zaman içerisinde bir milyon kaydı mahalle düzeyinde kodladık. Telefon rehberi işi orada yoktu. Telefon rehberleri Şehir Araştırmaları Merkezi’ne geçince ve sonrasında İzmir projesinde ortaya çıktı.
MT: Ben de 2011’de sizinle çalışmaya başladığımda ilk çalıştığım malzeme İstanbul 1955 Telefon Rehberi’ydi.
MG: Evet, 1955 rehberi. O da İstanbul'da 6-7 Eylül 1955 öncesinde İstanbul'da durumun nasıl olduğuyla ilgili önemli bir rehber. Biz Bilgi'de İTO verileri üzerinde çalışırken şunu keşfettik: 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbullu Rum tüccarlar her şeyi apar topar bırakıp gittiler. Ancak Ticaret Odası’ndaki kayıtlarını silmemişler. Oda da tam kamu kurumu değil. Kaydı silinmemiş ancak faal de değil, “üyeliği askıda” diye binlerce kayıt var. İTO verilerinin içinde onlar da duruyor. O zamanda bu nüfus hakkında daha fazla bilgi bulabilmek için 1955 yılının telefon rehberini çalışırsak bizim o Annuaire Oriental'leri 1955'e getirmiş oluyorduk. Sonra da bu İzmir (Kemeraltı) projesinde İzmir Telefon Rehber’lerini çalıştık.
MT: 2010 yılından bugüne gelindiğinde hem dijital teknolojiler hem de Coğrafi Bilgi Sistemi uygulamaları çok gelişti. Bu konuştuklarımıza benzer yöntemlerle birlikte birçok tarihçiyle çalışıyoruz. Yakın zamandan örnek verirsek Nurşen Gürboğa’nın Şirket-i Hayriye İşçileri, Gülhan Balsoy ile Cihangir Gündoğdu’nun vefeyat defterleri veya sizin Cambridge’deki tarihçilerle beraber çalıştığınız proje. Benzer bir şekilde İstanbul Çalışmaları Merkezi’nde Bostancıbaşı defterleri (1) ve 1927 Numerotajı’yla (2) ilgili projeler yaptık. 1990’ların sonunda Annuaire Oriental'lerle çalıştığınız günlerden bugüne baktığınızda -genelde tarihçilerin daha konvansiyonel bir şekilde çalıştığı arşiv malzemeleri üzerinden yapılan bu tarz projeleri digital humanities (dijital beşeri bilimler) bağlamında nasıl değerlendirirsiniz?
MG: Teknolojinin gelişmesiyle bu malzemeleri dijital ortama geçirmemiş olsaydık bu elle yapılabilecek bir iş değildi. Örneğin Annuaire Oriental'i excele geçirip sokak ve kapı numarasına göre sıraladığın zaman GOAD haritasıyla birebir örtüşen bir liste elde etmiş oluyorsun. O sokaklara GIS’te bir kod verdiğin zaman o kodları kısa sürede tüm İstanbul sokaklarına işleyebilirsin. Meslekleri kodladığın zaman aynı şekilde yazılmış bütün meslekleri aynı anda kodlayabilirsin. O zaman şunu söyleyebilirim:
Aynı şekilde digital humanities o tarihe kadar kimsenin kullanmadığı mütekabiliyet analizi gibi teknikleri kullanmaya imkan verdi ki bunlar aslında kalitatif verilerin yani istatistikçilerin değil tarihçilerin kullandığı verilerin analizini yapıyor. Digital humanities kavramı 1990'larda daha yeni çıkıyor. İlk aşamada kaynakların, haritaların, belgelerin sayısallaştırma işleri var. Sonra “corpora çalışmaları” diye bir şey var, Avrupa'da İngilizce basılmış bütün kitapların tamamını OCR'dan geçirip text haline, işlenebilir hale getirdiler. Google'da n-gram diye bir uygulama var. Herhangi bir kelime girildiğinde mesela “laptop” kelimesini yazdığın zaman bu kelime ne zaman çıkmış, nasıl kullanımı yaygınlaşmış, hangi kitapta kaç defa geçmiş izlenebiliyor. Herhangi bir kavramın hangi zamanda çok kullanıldığı hangi zamanda azaldığı izlenebiliyor.
MT: Tüm bu konuştuklarımız hem kent çalışmalarına hem tarih alanında bütün dünyayı değiştiren bir şey oldu.
MG:
Yani temsil teknolojisi değiştiği zaman meslek pratikleri de kavramlar da değişiyor. Bu, coğrafyada da böyle hukukta da böyle... Biliyorsun biz yüksek çözünürlüklü verilerin kapsamlı haritalarını yapmakla uğraşıyoruz. Bizim yaptığımız işin ayırt edici özelliği şu; eskiden ayrıntılı harita büyük ölçekte (1/100 veya 500 ölçeğinde), kentsel tasarım ölçeğinde haritalar yapılıyordu: Pervititch haritaları gibi. Ama daha küçük ölçeklerde (1/5.000'ler ve üstü) haritayı okunabilir kılmak için konut, sanayi, yeşil alan gibi toplulaştırılmış genel kategorilerle çalışmak gerekir. O zaman bizim makro çalışmalarda, nazım planlarda geniş alanları kapsayan kaba kategoriler, kentsel tasarım veya uygulama ölçeğinde çok küçük bölgeleri kapsayan ayrıntılı kategoriler ortaya çıkar. Hâlbuki digital humanities'in etkisi bize bütün İstanbul'u parsel düzeyinde haritalama imkanı veriyor. Asya Ece Uzmay ve seninle birlikte yaptığımız 1927 Numerotajı haritalar bu açıdan önemli. Eskiden de sokak haritası yapabilirdin ancak altı bin sokağı birbirleriyle karşılaştırılabilir bir şekilde haritalamak ancak digital humanities sayesinde mümkün oldu.
MT: Bir yandan da şehircilik, tarih veya diğer sosyal bilim alanlarında bazı konuları çalışamamanın nedeni "veri olmaması" olarak gösterilirdi. Ancak artık bu bakış açısıyla farklı birçok yerden farklı kapsamlarda birçok veri üretilebiliyor. Ancak unutmayalım digital humanities'den önce de yaratıcı yöntemlerle veri elde edilebiliyordu. Örneğin 1960'larda Tümertekin'in yaptığı göç çalışması, bir örnek olarak var önümüzde.
MG: Aynen. Başka bir örnek de söyleyebilirim. İETT'nin hat haritalarından yola çıkarak -ki onu toplayanlar çok var- örneğin 60'lı yıllarda İETT otobüslerinin hangi numarası nereden geçiyor diye haritalar yayınlanmış. Bu hat haritaları yol ağının üzerine oturtulduğunda hangi mahallelerin otobüs hizmetinden çok yararlandığını, hangilerinin az yararlandığı görülebiliyor. Metro öncesi hatları düşün en uç kesimlere sözgelimi 68 72, ve 46 gidiyor. Ama Mecidiyeköy gibi bir yerde bu üç hat aynı bulvarda çakışıyor. Şişli'ye geldiğin zaman Mecidiyeköy'den gelen tüm otobüslerde aynı yoldan geçiyor. Örneğin Taksim'e yaklaştığında Beyoğlu yakasındaki bütün otobüsler Notre Dame de Sion’un önünden geçiyor. O zaman Taksim'de ikamet edenler Mecidiyeköy'e gittiklerinde tüm otobüsleri kullanabiliyorlar. Yani hangi mahallelerin otobüs hizmetinden yararlanmadaki avantaj ve dezavantajlarını görebiliyoruz. Aynısı tren veya vapurların tarifeleri için geçerli. Hangi saatlerde vapurlar seyrek hangisinde değil. Bunlardan şehrin tarihsel gündelik yaşam ritmi çıkarılabilir. O tarihin zaman coğrafyası bu tarz tarifelerden elde edilebilir.
Veya su, elektrik tüketim verileri, yangın veya hastalık raporlarından şehirde bugüne kadar hiç bir istatistiğin sağlayamadığı bilgiler ortaya çıkarılabilir. Mesela bu Vefeyat defterlerinden hangi hastalığın şehrin neresini etkilediği, neresini etkilemediği çok net görünecek. Bir hastalık Kasımpaşa'da mı yoksa Sıraselviler'de mi daha etkili olmuştur? Bunu buradan görebileceğiz. Böyle şeyler de ilk defa yapılmış olacak.
MT: Bu bahsettiğiniz otobüs, tren veya vapur tarifeleri gibi şeyleri toplayanlar çok var. Ben de topluyorum. Ama birçok insan bunları sadece konvansiyonel anlamıyla efemera olarak görüyor.
MG: Evet, kesinlikle. Mesela Santral'deki arşivin açılması (Silahtarağa) ve oradaki elektrik defterlerinin kamuya açılması o şehrin sosyal coğrafyası/sınıf coğrafyası hakkında çok anlamlı şeyler ortaya koyacak.
Digital Humanities denen şeyi ben amatörce yapmaya başlamışım. O zaman yapılan şeyin adını bile bilmiyordum. Sadece kapsamlı ve yüksek çözünürlüklü harita yapmaya çalışıyordum.
MT: Aslında işin teorisi yazılmadan bu çerçevede işler yapıyor musunuz?
MG: Yani, evet. Mesela o İstanbul'u Okumak makalesine bakarsan tarihi 1996'dır. Bugün aşağı yukarı yirmi beş sene olmuş. Digital humanities veya machine learning gibi şeyler konvansiyonel dünyanın sonu demek. Yeni dünya bu yaklaşımlar üzerinden kuruluyor. GIS sadece harita yapmak değil, bizim zamanımızda da GIS vardı. Bakarsan GIS aslında bu tür şeylerle yeni temsil yöntemleriyle beraber kullanılmadığı takdirde son derece sığ bir araç. Biliyorsun Türkiye'de çok sayıda GIS şirketi var ancak hemen hiçbiri etkileşimli kent atlaslarıyla ilgilenmiyor. Sosyal coğrafya ile ilgili haritaları GIS’çiler yapamıyor.
MT: Çünkü genel olarak GIS'le her şeyi çözebileceklerini düşünüyorlar. Çözemiyorlar da ancak çözebileceklerine inanıyorlar. Başka bir şeyle de ilgilenmiyorlar.
MG: GIS ne kadar çözerse “demek ki teknoloji buna imkân veriyor” diye bakılıyor. Bunun ötesine geçmek istemiyorlar. 1990'lı yıllarda benim hayatımı değiştiren iki şey oldu. Bir tanesi Bertin'in diyagramlarını bulmam. Bertin'in yaptığı şeyin özelliği tam yapmak istediğim, aradığım şeydi. Tezimde Bertin'in yaptığı şeylere benzer şeyler yapmışım, hiç onu okumadan.
MT: Ben daha öncesinde biliyordunuz sanıyordum Bertin'i
MG: Bilmiyordum. Bertin'i Türkiye'de nedense az biliniyor. ODTÜ'de Jacques Bertin’in kitabının (Semiology of Graphics) bir mikrofilmini bulmam hayatımı değiştiren şeylerden biri oldu. İkincisi Geographical Information Science (GISc) ile tanışmam oldu.. Bu GISc denen alanın içinde dünyamı değiştiren şeyleri buldum. Yani bütün bu mütekabiliyet analizinin kümeleme analiziyle beraber kullanılması vs. Hepsi bu GISc tarafında anlatılıyor. Helen Couclelis’in geliştirdiği sosyal GIS, katılımcı GIS gibi şeylerin hepsi bu GISc'den çıkıyor.
MT: Evet şu an önümde GIS and Society diye bir kitap duruyor. Editörlerinden birisi de H. Couclelis, diğerleri de Nyerges ve McMaster.
MG: Bunlar GIS'te harita yapmakla uğraşmıyorlar. Bunlar haritacılığın arkasındaki bütün temsil problemlerini, matematiksel problemlerini veya insan nasıl harita okur, haritayı nasıl algılar vb bilişsel süreçlerle ilgileniyorlar. Digital Humanities aslında GIS'ten çok GISc'la ilişkili.
MT: Beni şu çok çarpmıştı. Biz Annuaire Oriental'leri, Telefon Rehberleri’ni sizin danışmanlığınızda, Eda Yücesoy'la çalışırken bir ara tüm sokakların eski isimlerini ezbere biliyordum. Ne zaman Nurşen Gürboğa'yla Şirket-i Hayriye işçilerini çalıştık, orada bir yer karşımıza çıktı: Galata Çeşme Meydanı. Bu adı tüm sokakları ezberlememe rağmen hiçbir yerde duymamıştım. Orası Azapkapı'da hamam, çeşme ve kahvehanelerle çevrili bir işçi meydanı. Böyle bir şeyi kent tarihine kazandırabilmek için ancak böyle bir yöntem kullanmak ve bunları bu şekilde incelemek gerekiyor. Yoksa herhangi bir arşiv belgesinden onu bulup çıkarmak imkansız neredeyse.
MG: Şans, çok büyük şans. Yani birisinin anılarında öyle bir şeye doğrudan referans olacak, onunla ilgili belge arayacaksın falan. Konvansiyonel yöntemlerle fazla ilerleyemezsin. Bırakırsın. Senden sonra gelen biri oradan alır, senin görmediğin bir ilişkiden başlar ve çok daha ileriye gider. Ve burada bir bilgi birikir, yeni çalışmalara gebe olur. Digital Humanities ile yapılan arşiv çalışmaları resmi verilerin çok daha ötesinde çok daha demokratik çok daha buluşçu yeni bir perspektifler kazandırabilir.
MT: Yakın zamanda Ankara'da VEKAM (Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi) efemera çalışmaları sempozyumu yaptı. Kitabı da yayınlandı. Bir yandan bu gelişmeler efemera dünyasını da değiştiriyor gibi. Örneğin bir araştırmacı, İngiltere'deki tüm dijital kaynaklardan Osmanlı coğrafyasındaki posta ofislerinde basılan damgaları incelemiş ve bunun üzerinden şu postane ne zaman kapanmış, ne zaman açılmış gibi şeyleri inceleyebilmiş. Bunu tamamen efemeralar üzerinden yapıyor. Bu ancak digital humanities çerçevesinde gelişen şeyler sayesinde olabiliyor aslında.
MG: Bunun sonu yok aslında.
MT: Bu durum efemera dünyasını “belgesini saklayan koleksiyonculuk”tan da çıkaracak bir şey de olabilir.
MG: Tabii. Efemeracılık saygıdeğer bir uğraş. Ancak koleksiyonerlerin topladıkları efemeralar genelde kendi kişisel arşivlerinde tutuluyor ve bunlar gerektiğinde sergilerde, yayınlarda kullanılabiliyor. Ancak bu şekilde yaklaşanların çoğu ellerindeki malzemeyle neler yapılabileceğinin farkında değil.
MT: Kesinlikle.
MG: Ben mesela Pervititch haritasının orjinaline sahip olmakla hiç ilgilenmiyorum. Hiç meraklısı da değilim. Ah onun çizimini göreyim, kokusunu duyayım. Öyle bir merakım hiç olmadı. O haritanın içerisindeki bilgi önemli. Biliyorsun 1927 Nümerotajı ortaya çıkmadan önce Pervititch'in üzerindeki bilgileri haritalamaya çalışıyorduk. Ama 1927 Numerotajı yayınlandıktan sonra onu yapmaya gerek kalmadı.
MT: 1927 Numerotajı da bizim konuştuğumuz şeye çok iyi bir örnek. Onu da Erol Ölçer bir sahaftan buluyor. Kendisi Osman Nuri Ergin'le ilgili birçok şey toplamış ve çalışmış. Bunu da bastı. Önsözünde de gayet iyi anlatılıyor: Bu sayımın hemen basılması tavsiye edilirken yaklaşık doksan sene sonra basılıyor. Ve bundan da çok güzel bir çalışma çıktı.
MG: Çığır açıcı bir şey. Öyle bir tarihe oturuyor ki İstanbul'un yirminci yüzyıldaki tarihini o malzemeye referans vermeden yazmaya olanak yok.
MT: İşin heyecan verici taraflarından birisi bunun Türkiye’deki tüm şehirler için yapılmış olma ihtimali.
MG: Ama bulamıyorsun. Arıyorlar arıyorlar, bulamıyorlar başka yerler için. Ama umutsuzluğa yer yok, eminim bir yerlerden çıkacaktır.
MT: Peki son soru olarak: Bu çalışmalara dair bu noktadan sonra neler yapmak lazım?
Kendi açımızdan bakarsak, yapıp yayınlama fırsatı bulamadığımız işleri en azından sayısal ortamda yayınlamamız gerekiyor. Bu bence gündemimizde önemli bir yer tutuyor.
Tabii Digital Humanities çok hızla gelişen bir alan ve her şeye hakim olmak güç. Ancak önümüzdeki dönemde toplum ve beşeri bilimler alanı tümüyle yeniden yapılanacağını düşünebiliriz. İstanbul’da ve diğer şehirlerde bu alanda yeni girişimler olacaktır. Bu girişimlerle deneyim, bilgi, birikim, model ve özellikle veri paylaşırsak (ki bu arada senin de çalıştığın “açık veri” konusu bu noktada oldukça önemli) hem beşeri bilimler hem de arşiv çalışmaları alanın heyecan verici bir araştırma programına dönüşmesine katkı verebiliriz.
Yirmibirinci yüzyılın ikinci çeyreği Türkiye’de ve dünyada kent araştırmaları ve beşeri bilim alanında heyecan verici bir dönüşüm dönemi olabilir. Doksanları düşündüğümde bunu gerçekleştirmeye çok daha yakın olduğumuz kanısındayım...
1 Güvenç, Murat, Akdal, Ayşe Nur, Bostancıbaşı Defterlerini Haritalandırmak (1800-1803): Erken Modern Dönem'de İstanbul Kıyı Şeridindeki Sosyo-Mekansal Farklılaşmanın Araştırılması", Mekansal Ağlar: Araştırma ve Kamu Erişimi için Anadolu’nun Geçmişinin Haritalandırılması, Christopher H. Roosevelt (ed.), ANAMED Yayınları, 2020.
2 Projeyle ilgili bir sunum için: https://youtu.be/8ECvTVfbl_U?t=7017
Jean François Perouse'la Röportaj
JFP: Arşivleme tutkusunun ve işinin benim için nereden kaynaklandığına dair otuz senelik bir pratikten hareket ederek genel bazı şeyler söyleyeceğim. Bu arşivleme işi çok göze çarpan bir gereksinimden kaynaklanan uzun süreli bir çalışma. Bu gereksinim neden ibaretti? İstanbul'la ilk haşır neşir olduğumda çeşitli tespitlerde bulundum. O günkü İstanbul'un bilinmeyen pek çok yanı vardı ve onları bir şekilde belgelemek istedim.
MT: Hangi yıl peki?
JFP: Bu tespitler 1995'teydi. Doktora tezimden sonra Ankara'dan İstanbul'a geçtim. Kısa bir süre Gazi Mahallesi'nde kaldım; bu vesileyle daha çok İstanbul'a yoğunlaşmaya başladım. İlk tespitlerim belliydi; hedeflerimi netleştirmeye çalıştım: bilinmeyen İstanbul, öteki İstanbul, adı ne olursa olsun belgelemek. O günkü İstanbul'u bir şekilde belgelerle ve -aynı zamanda- sahayla vücuda getirmek. Böylece çok amatör bir şekilde arşivleme ve dosya oluşturma işine başlamış oldum. İstanbul benim için boş bir kutuydu, doldurulması gereken boş bir kutu. Üç mantık doğrultusunda ilerledim. İlki zaman içinde belgelemek istedim İstanbul'u. Yani uzun bir takip işine girmiş bulundum, bu inatçılık gerektirir…
MT: Yani tarihsel bir perspektifle...
JFP: Evet evet. Çünkü süreklilik olmadan ciddi bir arşivleme olamaz. İlk başta gerçekten çok mütevazi bir biçimde “belleksiz” mekânlar için bir bellek oluşturma isteğiyle hareket ettim. Bu zaman mantığıydı. İkincisi mekân mantığı tabii ki. Özellikle ihmal edilmiş mekânları belgelemek istedim, bunlar üzerinde çok fazla araştırmanın yapılmadığı mekânlar. O yüzden ilk başta dosyaları ilçe olarak düzenlemeye başladım. Boş kutulardı gerçekten.
MT: Yani şu kutular o zaman boş olarak vardı.
JFP: Evet. Biyolojide fisyon var ya, ikiye bölünme. Onun gibi bu dosyalar da zaman içerisinde daha ayrıntılı bir şekilde bölünmeye başladı, ilk başta yaka yaka, sonra ilçe ilçe, ondan sonra mahalle mahalle... Böyle bir düzen kurguladım. Çok basit ama zaman içerisinde zenginleşen ve değişebilen bir düzenleme tarzı. Ve üçüncü arşivleme mantığı ise -mekân mantığının yanında- tematik bir mantık. Yani hem mekâna hem de temalara göre arşivlemeye başladım. Ve tüm bunların aralarında ilişki kurmaya çalışıyordum. Basit bir şekilde başladım. Sokak satıcıları, işportacılar, kağıt toplayıcıları, toplu taşıma vs. Böylece iki ana düzen oldu. Mekânsal düzen ve tematik düzen. Bu ikisi zaman içerisinde gelişti ve daha ayrıntılı olmaya başladı. Bu üç mantığa ek olarak dört ilkem var. Birinci ilke öncelikle hiyerarşi yapmadan belgelemek, a priori konular, mekânlar, temalar arasında hiyerarşi yapmamak. Bence bu önemli, çünkü başlandığı anda önemli görünmeyen olgular birkaç sene sonra daha önemli olabilir vs. Bu geleceğe yönelik bir duruş yine.
Mekânlar arasında hiyerarşi yapmamak benim için özellikle çok önemli, çünkü az önce söz etmeye çalıştığım gibi çok fazla ihmal edilmiş mekân vardı İstanbul'da. Çok azı belgelenmişti ve üzerlerinde az çalışma yapılmıştı. Onları da belgelemeye ihtiyaç vardı. Bu doğrultuda ilerledim. İkinci ilke, belge türlerini çeşitlendirmek. Kupürden başlayarak, fotoğraflara, filmlere, makalelere, bazen sahada bulunmuş nesnelere. O yüzden dosyalar bazen çok heterojen. Üçüncü ilke, ilişkilendirmek. Temalar ile mekânlar ve toplanmış izler ile belgeler arasında ilişki kurmak. Dördüncü ilke ise o arşivi sürekli yaşatmak, sorgulamak; ve zaman buldukça yeniden şekillendirmek gerekiyor. Burada bu yaşatma ilkesi büyük bir önem arz eden bir diyalektikten kaynaklanıyor.
Alt dosyalarımda hep tarihler var, bu tarihte sahada bulundum gibi. O belgelerin bir kısmının nereden geldiklerine dair ipucu var, hangi koşullarda toplandıklarına dair. Bu genel olarak yapmaya çalıştığım şeydi. İlk başta çok kurgulamadan, fazla düşünmeden, zaman içerisinde bu mantık ve ilkeler doğrultusunda tutarlı bir şekilde yapmaya çalıştığım budur. Bunun için tabii ki zaman gerekiyor, inat gerekiyor ve toplamak için mekân gerekiyor. Ancak arşiv yaşatılmadan, paylaşılmadan kendi tutarlılığını muhafaza edemez. Bunun üzerinde de çalışılması lazım. Çünkü kapalı bir arşiv bence boğulan bir arşivdir. Hem süreklilik sağlayan bir tutarlılık ve sabit bir mekân hem de arşivi yaşatan bir esneklik gerekiyor. İşte öyle modüler şekilde gelişmiş ve evrilmiş bir arşiv oldu. Arşivleri yaşatmak gerekiyor dedim ya, ben yazı yazarak yaşatıyorum, çünkü arşivlerimi sorguluyorum. Onun iç düzenini sorguluyorum ve gerekirse yeniden düzenliyorum.
MT: 1995'ten önce Ankara üzerine doktora yaparken böyle bir arşivleme işine Ankara için girişmemiş miydiniz? Bu bahsettiğimiz arşiv sadece İstanbul üzerine mi?
JFP: Ankara’daki çalışmam fazlasıyla doktora amaçlı bir şeydi. O yüzden bilmeden, sezgisel bir şekilde bir yöntem denedim, sistematik bir şekilde yapmadım. Bir de o iş zaten doktora hedefi tarafından tamamen çarpıtılmış, saptırılmış bulunuyordu. Ama yine bu inat vardı. O zamanlarda yeterince Türkçe'ye hakim değildim, halen formasyon aşamasındaydım. Bir arşiv oluşturmak için az da olsa bir güven gerekiyor. Bir de zaman gerekiyor ve bir şekilde bir statü lazım. Çünkü bu işi başlatıyorsun ama bir temel gerekiyor.
MT: Ama o zamanlar Ankara'da çektiğiniz fotoğraflar şu anda epeyce kullanılıyor. (Perouse’un Ankara fotoğrafları için bkz: https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/1566)
JFP: Evet, çok kaliteli olmamalarına rağmen. Bilmiyordum, o döneme dair çok fazla belge yok gördüğüm kadarıyla.
MT: Evet o yüzden bayağı önemli.
JFP: Biraz depresif fotoğraflar, ama o dönemin Ankara’sı oydu.
MT: Peki bu arşivleme işine kişisel olarak giriştiniz değil mi? IFEA (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü) bünyesinde, kurumsal olarak değil...
JFP: Evet, ancak neredeyse aynı sistemi 1999 sonunda itibaren IFEA'da tesis etmeye çalıştım. Ama oradaki daha kolektif bir hareket idi. Yine de söz ettiğim ilke ve genel prensipler vardı. Oradaki arşivleme çabalarına tamamen hâkim değildim, epey zaman harcadım ancak benden bağımsız gelişmeler oldu. Yine de kafamda tamamlayıcı bir şey vardı. Burada, evimde toplamadığım malzemeler IFEA'daydı; ve bir şekilde bu iki arşiv fonunun ne derece birbirini tamamladıklarına dair bir kaç fikrim vardı. Ancak maalesef bu bahsettiğim süreklilik ilkesi IFEA'da olmadı. Yine statü ve imkân meselesi. Harcadığım zaman biraz boşa çıktı. Çünkü benden sonra o işi devam ettiren hiç kimse yoktu. Yine de mekânsal, zamansal, tematik mantık var. O belge çeşitliliği var. Ancak maalesef süreklilik yok.
MT: Bu çabalar 1999-2000 yılında İstanbul Şehri Gözlem Evi'nin kurulduğu zaman, onun bünyesinde mi başladı?
JFP: Evet. İstanbul Şehri Gözlem Evi aslında benden çok daha önce,1988'de kuruldu. Çok meraklı ve çalışkan bir şehir plancısı, Marc Eginard tarafından. Maalesef Türkiye'den çok hızlı ayrıldı ve yapmak istediklerini tamamlayamadı. Aynı zamanda kendisi iyi bir fotoğrafçıdır da..
MT: Tarlabaşı fotoğrafları...
JFP: Evet Tarlabaşı fotoğrafları çok önemli. Çok hassas bir dönemde, 1988-89'da Tarlabaşı Bulvarı'nın açılması sürecini takip etti ve belgeledi. (Eginard’ın Tarlabaşı fotoğrafları için: https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/1571) İlk başta İstanbul Şehri Gözlem Evi'nin bir modeli vardı. Yine Kahire'de kurulan bir Fransız Araştırma Enstitüsü'nde Kahire Şehri Gözlem Evi modeli. Amacı daha sınırlıydı. Daha çok harita toplamak ve belediyenin çalışmalarını izlemek ve belgelemek; çok kapsamlı bir ufuğu yoktu. İstanbul Şehri Gözlem Evi başlangıçta Fransa'da bulunan bir araştırma programına bağlıydı. O zaman Pierre Pinon ve Stefanos Yerasimos tarafından yürütülmüş bir projeydi.
MT: CNRS'deki (Le Centre national de la recherche scientifique) proje mi? Bu Pervititch haritalarında damgasını gördüğümüz proje?
JFP: Evet evet. Çok önemli bir girişimdi. Ama Eginard'dan sonra bir süreklilik sağlanamamış. Sonra tekrar 1999'da canlandı. Ben o zamanlar Marmara Üniversitesi'nde öğretim elemanıydım; epeyce zamanım vardı. 1999'da Gözlem Evi bir şekilde tekrar kuruldu. Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir geçmişi var. Özellikle Marc Eginard döneminde hem fotoğraflama hem de belediye işlerinin takibi konusunda ama çok kısa bir dönem.
MT: Harita koleksiyonu da o zaman mı oluşturulmaya başlandı. Bugünkü Harita Atölyesi?
JFP: Evet, sistematik bir şekilde o zaman başladı. İlk başta daha çok biraz önce bahsettiğim araştırma programı tarafından haritalar alındı. Pervititch'lerde gördüğümüz gibi. Ondan sonra 2005'te bir ayrışma oldu ve haritalar için ayrı bir birim oluşmaya başladı. Pascal Lebouteiller ile beraber L'Atelier de cartographie isminde ayrı bir birim kuruldu. Çünkü biriktirilmiş haritalar çok sayıdaydı. Haritalarla ilgili ayrı bir çalışma ve bu haritaların bakımı için bir arşiv oluşturuldu. Yine de bu birim Gözlem Evi’yle yakın bir çalışma içerisindeydi.
MT: Bunun dışında İstanbul’la ilgili geniş bir gazete kupürü arşivi oluşturdunuz. Bu gazete kupürlerini kesme sürecinde nasıl bir sistem izlediniz? Yine Gözlem Evi bünyesinde mi bu çalışmayı sürdürdünüz?
JFP: İki dönem var: İnternet öncesi ve sonrası. İnternet öncesinde başlangıçta Fransa'dayken haftada bir defa gurbetçilerin gazetelerini alıyordum. Cumhuriyet Hafta diye bir gazete vardı Avrupa'da, Cumhuriyet Gazetesi'nin haftalık özeti. İşte oradan ilk kupürlerim. O zaman Almanya'da yayınlanmış Hürriyet vs. gibi gazeteleri takip etmeye çalışıyordum. Haftada bir kesme ritüeli vardı.
MT: Ama Fransa'dayken?
JFP: Evet.
MT: Kaç yılı?
JFP: Bu kupür meselesi aslında hemen tezden sonra başlıyor.
MT: Sonra Gözlem Evi bünyesindeyken nasıl ilerledi?
JFP: Burada daha sistematik bir şekilde gazeteler her gün alınıyordu ve küçük kupür kesme ritüelleri oluyordu. Genç araştırmacılar için de faydalı olabiliyordu, çünkü okuma seansları vardı. Ama benden önce ilk İstanbul Şehri Gözlem Evi'nde bu kupür işi başlamış. O dönemden 1990’lar ile ilgili çok güzel şeyler var. Ama burada tematik bir mantık yok. Kronolojik bir şey yapılmış. Yine de kullanılmaya elverişli. Bir de bir deftere yapıştırılmış bunlar. O yüzden mekâna göre veya temaya göre düzenlenmesi zor. Yani Gözlem Evi’nin ilk zamanı proto-kupür işi vardı diyebilirim.
MT: Peki kaç yılından kaç yılına kadar, her gün mü devam etti?
JFP: Yok her gün değil. Halen kesilmemiş yığınlar var.
MT: IFEA'da?
JFP: Evet. Burada da var.
MT: Peki kaç yılları arasını kapsıyor bu kupür arşivi.
JFP: Ciddi bir şekilde on beş sene. Ancak Kahire'de bu iş için ayrılmış personel vardı. O yüzden orada daha sistematik bir şekilde yapıldı.
MT: Yine de on beş sene çok iddialı... Peki, bu hep bahsettiğiniz devamlılık?
JFP: Ama ondan sonra bütün genç stajyerler o arşivi kullandılar, yaşattılar. Bir şekilde genç araştırmacılar tarafından arşiv kullanılmaya devam edildi.
MT: Sizin evdeki kişisel arşiviniz hem sahalarla hem de belgelerle sürekli yaşamaya devam ediyor.
JFP: Evet, internetle beraber işler kesinlikle karıştı; yine de devam etmeye çalıştım. Yavaş yavaş bilgisayar üzerinde oluşturmaya çalıştığım sanal arşivler daha çok ön plana çıktı. Kutuları hafifletmek üzere, ara sıra kupürlerimi fotoğraflayıp ya da tarayıp sanal düzleme geçirmeye çalışıyorum. Çok zaman alan bir dönüşüm; ama zaman içerisinde "kağit" halindeki arşiv ile sanal haldeki arşiv arasındaki denge değişmeye de aday. İnternet öncesi kurduğum sistematiği izlemeye çalışıyorum, aynı dosya adları, aynı başlıklar; mekâna göre, temaya göre. Aynı ilişkilendirme çabası, aynı çeşitlendirme ve aynı diyalektik. Ancak şu an fiziksel olarak muhafaza ettiğimiz gibi görünür değil, bilgisayar içerisinde.
MT: Evet, aslında bu büyük bir ekip işi. Benim gördüğüm kadarıyla başa çıkması zor.
JFP: Valla artık beni aştı. Artık daha çok ihtiyaca göre arşivlerime dalıyorum. Her gün ya da haftada bir düzenli olarak arşivle uğraşma işini yapamıyorum ancak bir şekilde o arşivi yaşatıyorum.
MT: Zaten saha çalışmaları bir yandan da devam ettiği için...
JFP: Evet evet. Yeni ilişkiler yeni anlamlandırmalar çıkıyor. Bu da müthiş bir şey.
MT: Bir de sizden önce Murat Güvenç'le de konuştum. Arşiv nesnesi veya efemera olarak görülen şeyleri nasıl kullanmaya başladı ve nasıl bu malzemelerden çeşitli haritalanabilecek bağlamlar yakaladı bunları konuştuk. Onun bu sürecinde de sizin kritik bir rolünüz var. 1998 yılı sanırım değil mi? Murat Hoca Annuaire Oriental'lerin verilerini tek tek elle girmeye başladığı zaman. Siz onu ziyarete mi gitmiştiniz; bir de sizden dinleyelim?
JFP: Evet. IFEA'daki GOAD sigorta haritalarının kopyaları ile beraber bir CD şeklinde ona teslim etmeye gittim. O zamanlarda veri giriyordu ve aynı zamanda mekânsallaştırma yapmak istiyordu. Bunun için o döneme dair ayrıntılı bir haritaya ihtiyacı vardı. Bir kış günü onun ODTÜ'deki çalışma odasına girdim. O CD ile beraber. Böylece onun müthiş birikimi ve IFEA'daki birikim birleşmiş oldu; ve yeni araştırma ufukları açıldı. Tabii onun yaptığı şey bizim yapamadığımız bir şeydi. Mesela Kahire'de Murat Hoca'nın yaptığı gibi ciddi istatistiksel çalışmalar var. Bir İngiliz geleneği var Mısır'da ve bu sayede kullanılabilen ve sistematik bir şekilde düzenlenmiş nüfus sayımları vardı. Kahire Şehri Gözlem Evi'nde yapılan işin büyük bir kısmı bundan ibaretti, veri girmek vs. Murat Hoca'nın ilk çalışmasına çok benziyordu. Biz yapamadık, zaten Murat Hoca çok iyi yapıyordu, gerek de yoktu.
MT: Evet onun bu tarihsel araştırmaya giriş hikâyesi de epey ilginç. Kent tarihine bambaşka bir alandan giriyor. Yüksek çözünürlüklü verilerin haritalanması ve analiziyle ilişkili bir alandan.
JFP: Evet, öyle. Belki bunun üzerine kupür konusunda bir şey ekleyebilirim. Bu çok ilginç. Sosyal bilimlerde basına büyük bir güvensizlikle bakılıyor. Kupürler yayınlandıklarında değersiz gibi görünüyor. Ancak belli bir zamandan sonra değer kazanıyor. Çok garip. Bu yüzden tarih biliminde kupürlere vermiş olduğumuz önemi, güncel basına uyguladım. Ama bazı meslektaşlarım beni çok ciddiye almadılar. İşte "o kupür üzerinden araştırma yapıyor, basın üzerinden yapıyor" gibi tepkiler geldi ve onlar tarafından pek bilimsel görünmedi. Bu çok ilginç; belli bir zamandan sonra basın değer kazanıyor ve ciddi bir bilimsel kaynak olarak algılanıyor ve kabul ediliyor. Arşivlerin yönlendirici boyutundan bahsetmiştim. Bunu çok yaşadım. Güncel basında yayınlanan birçok anekdotik şey beni çağırdı. Ve ben bunu okuduktan sonra sahaya gittim. Basının ihmal edilmemesi gereken bir uyarıcı görevi var. Bu şekilde kullandım.
MT: Bu söylediklerinizin bizim Sevil Şeten'le beraber yaptığımız Mega Projeler (www.megaprojeleristanbul.com) işiyle de bağını kurabiliyorum. O çalışmanın da tamamen haberlere değil ama internet üzerinden erişilen kamuya açık kaynaklara dayanan bir yapısı vardı. Ama bahsettiğiniz dört ilke yoktu. Onun bambaşka kriterleri vardı. Bir kere "mega proje" olarak tanımladığımız bir şey üzerinden gidiyordu; ve orada benim deneyimim şu: Kent araştırmacısı olarak bir gazete haberine bakınca onu “bilimsel” bir şekilde nasıl kullanabileceğini bilmek araştırmacıya kalmış bir şey. İyi bir araştırmacı bunu rahat bir şekilde yapabilir. Eleştirel de yaklaşarak onu düzgün bir şekilde ele alabilir. Bu yüzden epey kullanışlı kaynaklar bence. Ama bugün bunun bilimselliği veya kaynak olarak kullanılması ile ilgili bir sorun yok gibi. Sizin dediğiniz daha eski bir dönem galiba.
JFP: Evet ama halen ihtiyatlı ve küçümseyici bir şekilde bu tür kaynaklara yaklaşanlar var.
MT: Fransa'da mı bunlar yoksa burada mı?
JFP: Burada da var.
MT: Kolay gelsin onlara... :) Bahsettiğiniz gibi arşivin hiyerarşik olmaması ve dengeli olması konusu önemli çünkü…
JFP: Çünkü değer hiyerarşisi zaman içerisinde değişebilir. Bunu kabul etmemiz lazım. O anda vermiş olduğumuz önem daha sonra azalabilir veya tersi olabilir. Küçümsediğimiz şeyler daha önemli olabilir. Bir de ilişkilendirdikten sonra nesneler belgeler bambaşka bir önem kazanabilir. Bu da önemli. Kendi başına bir değer oluşturmuyor. Belli bir sorgulama ve belli bir belge sistemi içerisinde ilişkisel bir şekilde yeni bir anlam kazanabilir.
MT: Tam olarak aynı şey gibi görünmese de bugün de arşivlerin dijitalizasyonu ve kamuya açılmasıyla ilgili de benzer bir sorun var. Biraz bu işin doğası gereği herhalde. Bunu yapan tüm kurumlar müthiş bir iş yapıyorlar elbette. Ama diyelim ki bir mimarın veya bir arkeoloğun arşivi dijitalize edildi ve kamuya açıldı. Bir anda denge ve hiyerarşi onun üzerine yoğunlaşıyor. Bu durum, tarih ve diğer arşiv çalışmalarını da biraz o yöne doğru götürüyor. Sizin tespitinizle bağını şöyle kurdum. Hiyerarşik bir şekilde yaklaşılıp, belli bir yere veya belli bir temaya odaklanan arşiv çalışmaları ister istemez o alanda çok daha geniş yer kaplıyor. Bugün de bunda dijitalizasyon ve kamuya açılmanın müthiş bir etkisi var ancak böyle bir tehlikesi de var gibi geliyor. Belki de bu sorun daha fazla arşiv açıldıkça azalacaktır. Örneğin Ali Saim Ülgen'in arşivinden çıkan Gabriel-Ülgen mektuplaşmalarıyla ilgili bir yazı yazdınız. (https://saltonline.org/tr/2237/ali-saim-ulgen-albert-gabriel-mektuplasmalari-1937-1962) O arşiv açılmasaydı belli alanlarda sadece Albert Gabriel üzerinden ilerleyen bir tarih yazımı olacaktı.
JFP: Evet evet tam bunu söyleyecektim. Şehircilik tarihi için bu böyle.
Görünür olan, tamamlanmış veya bir türlü uygulamaya geçirilmemiş planlar üzerinden bir tarih örmek inanılmaz yetersiz, sıkıcı ve tartışmalı bir şey.
MT: Siz ve Funda Dönmez ile birlikte yaptığımız sigorta haritacılığı araştırmasında da böyle benzer bir şey var. Genellikle bunlardan Pervititch'in tek başına bütün şehri dolaşarak yaptığı planlar veya İngiliz şirket GOAD'ın yaptığı planlar olarak bahsediliyor. Ama bugün yeni araştırmalarımızla biliyoruz ki planların beraber yapıldığı bir ekip ve birçok alanda kurulmuş ilişkiler ağı var. Bunun gözden kaçırılması çok büyük bir sorun. Tabii burada buna ilişkin bizim elimizde bir arşiv vs. yok. Sadece araştırmalar bunu gösteriyor, buna dayanıyor ...
JFP: Ama en azından bulabildiğimiz malzeme üzerinden Pervititch'in hangi bağlamda çalıştığına dair ipuçlarımız var. Bu önemli çünkü o zaman çok zorlayıcı koşullar vardı, rekabet vardı, çevre etkileri vardı vs. vs. Aksi halde bunu anlatmadan çok kuru ve kısır bir tarih yazımı çıkıyor.
Kent Araştırmaları- Arşiv İlişkisine Dair Bir Söyleşi
Yaklaşık on, on bir sene önce şehir planlama bölümünden mezun olduktan kısa bir süre sonra Murat Güvenç’in araştırma ekibine dâhil oldum. İlk üzerine çalıştığım iş ise 1955 Telefon Rehberi’ydi. Özetlemem gerekirse süreç kısaca şöyle: Öncelikle basılı Telefon Rehberi’ni tarayarak bilgisayar ortamına geçirmek, sonra bütün rehberi Optik Karakter Tanıma (OCR) programıyla text’e çevirmek, sonra bunları excel’e aktarmak, içerisindeki meslek ve iktisadi faaliyetlerini standartlara göre kodlamak, sonrasında ise içindeki tüm adresleri tek tek bulup sokak ve mahalle ölçeğinde Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS/GIS)’ne işlemek. Bunu yaparken de eski sokak rehberleri, sigorta planları ve diğer kartografik kaynaklarla fazlasıyla haşır neşir olmanız gerekiyor. Bu uzun ve emek yoğun işlemlerden oldukça kritik bir noktaya geliniyor: bu da verilerin analiz edilip haritalanması kısmı. Sonrasında ise elimizde 6-7 Eylül 1955 gibi İstanbul’un oldukça kritik bir tarihi olayının hemen öncesindeki iktisadi duruma ilişkin müthiş bir veri seti ve mekânsal çözümleme oluyor. Bunun sonrasında ise uzun bir TÜBİTAK projesi, benzer bir işin İzmir için yapılması, yüksek lisans tezimde benzer bir yöntemi kullanmam ve sonrasında da benzer yöntemlerin kullanıldığı birçok araştırma... Halen Telefon Rehberi gibi genellikle çöpe atılan veya değeri anlaşılsa bile bir kütüphanede pek açılmadan duracak olan bu arşiv malzemeleriyle uğraşıyorum. Doktora tezimde de sahaflardan veya müzayedelerden ulaşabildiğim Baro Levhaları’yla (İstanbul Barosu’nun yayınladığı Avukat Rehberleri) ve 1970’lerdeki ulaşım sayımları gibi kaynaklarla çalışıyorum.
Bir süredir de söz ettiğim araştırma pratiğine dönük Jean François Perouse’la da araştırmalar sürdürüyoruz. Özellikle son dönemde tarihi harita ve planlar, bunları üreten haritacı veya plancıların biyografileri, bunların üretim süreçleri ve bağlamlarına dair dair oldukça heyecanlı, merak uyandırıcı çalışmalar yapıyoruz.
Araştırma dünyasına ve -konumuz özelinde- arşive bakış açılarından, çalışma yöntemlerinden ve tutkularından çok etkilendiğim farklı disiplinlerden bu iki kent araştırmacısı ile arşivin farklı yönlerini konuşmak istedim. Bu iki araştırmacı aynı zamanda birbirini uzun bir süredir tanıyor ve 1990’ların sonunda araştırma ve arşiv malzemesi bağlamında önemli birçok temasları da oluyor.
Murat Güvenç’le tarihsel araştırmalarda kullandığımız arşiv malzemeleri üzerine konuştuk. Öncesinde ise bu malzemeleri kullanmaya başlamasının evveliyatından bahsettik: 1985 yılında Ankara Ulaşım Plan revizyonu (1), sonrasında İstanbul’da Düşük Gelirli Konut araştırması (2), doktora araştırması, İstanbul’u Okumak 1-2 makaleleri(3) ve 1998 yılında yayınladığı Beş Büyükşehirde Statü-Gelir Temelinde Mekânsal Farklılaşma makalesi (4). Bu çalışmalarda, yüksek çözünürlüklü veriyi haritalama alanına girişini, mülkiyet-statü ekseninde varlıklı, sahip-sakin, mülksüz kategorileri ile işveren, ücretli kategorilerini nasıl birleştirdiğini ve bunlarla nasıl çözümlemeler yaptığını konuştuk. Bu konuşmaların bir özetini 2010 yılında Literatür Dergisi’nin 16. sayısinda kendisi ile yaptığı röportajdan okuyabilirsiniz. (https://dergipark.org.tr/en/download/issue-file/18098) Burada okuyacağınız röportajda ise 1990’lı yılların sonunda -ciddi bir koleksiyon değeri taşıyan- Annuaire Oriental isimli ticaret yıllıklarını nasıl kullanmaya başladığına, sonrasında ise digital humanities (dijital beşeri bilimler) alanı ve bunun kent, tarih ve arşiv çalışmalarına olan etkisine odaklanacağız.
Jean François Perouse’la ise bir araştırmacı olarak arşivlemenin önemini, arşivini oluştururken belirlediği mantık ve ilkeleri, bunları araştırmalarında nasıl kullandığını ve bir dönem Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA)’da oldukça aktif olan İstanbul Kent Gözlem Evi’ndeki gazete kupürü arşivlerini konuştuk. Perouse, iyi bir arşivci. Ancak bir koleksiyoner veya spesifik şeyleri arşivlemeye odaklanmış biri değil. Çalışma mekânında İstanbul'un mahalleleri, semtleri üzerine ve farklı temalarla ilgili dosyalardan oluşan bir arşiv var. Bu dosyalar, İstanbul’un -özellikle bir dönem çeperinde kalmış mahalleleri olduğu gibi kapalı siteleri, inşaat şirketlerini, kent altyapısını konu eden türlü temaları içeriyor. Bu dosyaların içi ise -kendi deyimiyle- oldukça heterojen: gazete küpürleri, makaleler, arşiv belgeleri gibi malzemelerle yaptığı saha çalışmalarından toplanan malzemeler, fotoğraflar ve alınan notlardan oluşuyor.
1 Tekeli, İlhan, Altaban, Özcan, Güvenç, Murat, Türel, Ali, Günay, Baykan, Bademli, Raci, Ankara 1985’den 2015’e, Ankara: Ankara Büyükşehir Belediyesi EGO Genel Müdürlüğü, 1987
2 Tekeli, İlhan, Şenyapılı, Tansı, Türel, Ali, Güvenç, Murat, Acar, Erhan, Development of İstanbul Metropoliten Area and Low Cost Housing, İstanbul: Turkish Social Science Association, Greater İstanbul Municipality, 1991.
3 Güvenç, Murat, Işık, Oğuz, “İstanbul’u Okumak: Statü Konut Mülkiyeti Farklılaşmasına İlişkin Bir Çözümleme Denemesi”, Toplum ve Bilim, 1996, sy. 71, s. 6-60.
4 Güvenç, Murat, “Beş Büyükşehirde Statü/Gelir Temelinde Mekansal Farklılaşma: İlişkisel Çözümlemeler, Bilanço 98”, 75. Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Yıldız Sey (der.) Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1998, s: 115-138
Çizimler albüme gelişigüzel bir şekilde yapıştırılmış gibi gözükmekte, insanın gözünün önüne gençliğini yâd eden, geçmişe ait anılarını hatırlayıp kıkırdayan ve yıllarca içinde saklandıkları kalın bir zarftan sarsak bir şekilde çekip çıkardığı resimleri, kronoloji ya da konularına bakmaksızın, sayfa sayfa ilerleyerek rastgele yapıştıran yaşlı bir beyefendi gelmektedir. (1)
Sinan Kuneralp’in yukarıdaki cümlelerle oldukça hoş şekilde tasvir ve tahayyül ettiği, Osmanlı hariciye kadrosunun orta düzey bürokratlarından Yusuf Franko Kusa Bey’di (1856–1933). Franko, yıllarca, kendisinin de bir parçası olduğu Pera sosyal çevresinden çok sayıda kişinin karikatürünü çizmiş, bu karikatürleri biriktirmiş, yıllar sonra kendi tasnifiyle kişisel bir albümde toplamıştı. Basılmamış, yayımlanmamış, kimler tarafından görülmüş olabileceğine dair ancak tahminlerde bulunabildiğimiz karikatürlerle dolu bu albüm, 1957 yılında Kapalıçarşı’daki bir halı dükkânında Amerikalı bir aileye satılmıştı. Onlarla birlikte ülkeden ülkeye bir yâdigar olarak seyahat eden albümün 2016 yılındaki rotası ise yeniden İstanbul’u gösteriyordu. Yusuf Franko Bey’in orijinal çizim karikatürleri, onları özenle sakladığı cildinin içerisinde, 60 yıl sonra Bahattin Öztuncay’ın keşfiyle Ömer M. Koç Koleksiyonu’na katıldı. Sadece İstanbul’a değil, için(d)e doğduğu Pera’ya, Öztuncay’ın tabiriyle “eve” geri döndü. (2) Albüm biraz istirahat ederken, karikatürlerdeki canlılık ve oyunbazlık karşısında çok heyecanlanan ve albümün arka planındaki Beyoğlu hikâyesini önemseyen ANAMED ekibi, aylarca Beyoğlu’nda, Franko’nun dünyasında nefes aldı ve çalıştı. 2017 yılının Ocak ayında, Beyoğlu Merkez Han’daki ANAMED Galerisi’nde, Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri / The Characters of Yusuf Franko: An Ottoman Bureaucrat’s Caricatures adlı sergi, Bahattin Öztuncay küratörlüğünde albümün sayfalarını yirmi birinci yüzyılın insanlarına açtı. (3) Sergiye, albümün tıpkıbasımı ile beraber, Youssouf Bey: The Charged Portraits of Fin-de-Siécle Pera başlıklı, İngilizce makalelerden oluşan bir yayın eşlik ediyordu. (4) Bir yüzyıldan fazla bir süre sonra, Franko’nun insanları Franko’nun arşivinden burunlarını uzatarak, kocaman kafaları, kabarık etekleri, sahne kostümleri, kitapları, enstrümanları, diplomatik muhabbetleri, bira ve şarap kadehleri, reverans ve valsleriyle, Pera’nın bir mekânında yeniden buluşmuşlardı. Şimdi, sergide albümün tıpkıbasımına eşlik eden akademik yayın, Yiğit Adam çevirisiyle ve yeni bir önsöz, sonsöz ve tasarımcı notu eklenerek gözden geçirilmiş Türkçe baskısıyla, birkaç hafta içerisinde Franko’nun Pera’sını yeniden raflara taşımaya hazırlanıyor.
Reveranslar, valsler, kitaplar, sahneler, salon oyunları, şaşaalı kostümler ve diplomatik şakalar, muhabbetler… Franko’nun albümü geç on dokuzuncu yüzyıl Pera’sındaki bir seçkinler dünyasının, diplomatik bir çevre ve cemiyet hayatının izdüşümüydü: “Büyükelçiler, bakanlar, diplomatlar, meşhur opera sanatçıları, ressamlar, Paşalar ve Efendiler, Madamlar ve Mösyöler, hepsi bu cemiyet hayatının bir parçasıydı.” (5) Sergi gibi kitap da öncelikle bu izdüşümün detaylarına, o dünyanın albümdeki işaretlerine ve karikatürleri üzerinden, Franko’nun sosyal çevresiyle kurduğu ilişki ve ağlara odaklanıyor. Serginin danışmanlarından Sinan Kuneralp, biyografik bir perspektifle, Franko’yu, Kusa ailesinin Lübnanlı Melkit tarihi ile İstanbul ve Lübnan’daki diplomatik görevleri içerisinden okuyor. On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı bürokrasisinde hem ailesinin hem kendisinin yavaş yavaş edindiği ve bir dönem Cebel-i Lübnan mutasarrıflığı ile Hariciye Nazırlığına kadar yükselen konumunu, Osmanlı yönetim pratikleri, hamilik ve evlilik bağları açısından irdeliyor. Guillaume Doizy, albüme Avrupa karikatür tarihi açısından yaklaşıyor. Albümden bir seçkiyi odağına alarak, karikatüre konu olan kişileri belli özelliklerine vurgu yaparak “yükleme,” yani abartma, öne çıkarma tekniğinin Franko’da nasıl işlediğini, Franko’nun kendi malzemesine özgün yaklaşımını ve Franko’daki “komiği” araştırıyor. Serginin diğer danışmanı ve metinlerinin yazarı K. Mehmet Kentel, yazısında karikatürleri mekâna büründürüyor. Sergi sürecinde albümdeki ipuçlarından ortaya çıkardığı Pera sosyo-ekonomik ağ haritasının geniş bir hikâyesini ve anlatısını Pera kent tarihi içerisinden bize sunarken, albümde yer almayan öteki Pera’yı, Pera’nın şaşaası ve ‘kozmopolitliği’ altında silinen, bastırılan, görünmeyen mekânlarını, karakterlerini ve semtin ‘atıklarını’ hatırlatıyor. (Kentel’in işaret ettiği bu yokluk ve boşluk, kitaba yeni eklenen giriş bölümünde, kenarda kalmış diğer karakterlerin farklı dönemlerdeki izini sorgulamama da zemin oldu: albümdeki kadınlar, rant odaklı kentsel dönüşüm anlayışı altında silinmeye çalışılan Beyoğlu hafızası ve sokak hayvanları). Sinan Kuneralp’in hazırladığı detaylı ek bölümde, Franko’nun orijinal albümünde kendi yaptığı sırayı ve tasnifi takip ederek, tüm karikatürler numaralandırılmış levhalar olarak sunuluyor ve karikatürlerde yer alan her bir kişi okuyucuya tanıtılıyor. Bu kişilerin tamamı kitap boyunca karşımıza sık sık çıkmışlardı. Böylelikle, “sahneyi kapattıktan” sonra (bu kısma birazdan yeniden geleceğiz), ek bölümde toplu bir şekilde selama duruyorlar.
Orijinal yayında yer alan önsöz (Öztuncay), bu üç makale ve levhaları tek tek açıklayan bölüme ek olarak, Türkçe basıma girişle beraber (Ertem) dahil olan diğer yeni bölümler, tasarımcının notu (Pröhl, Ek 1) ve sonsöz. Yeşim Demir Pröhl, kitap ve sergi tasarımı sürecinde atmosferi oluştururken, kendisinin aradığı pek çok cevabı albümün ona bizzat verdiğini aktarıyor. Kentel ve sergi koordinatörü Ebru Esra Satıcı ise “Sergilerin Sonsözü Olur mu?” sorusuyla bir nevi, Yusuf Franko hikâyesinin başladığı yerde bitmediğini, arkasından gidilmiş ve gidilememiş, serginin ilham olduğu yeni yolculukları anlatıyorlar.
Yusuf Franko’nun özel arşivine ait olan bu albümün, Kapalıçarşı’ya nasıl varmış olduğuna dair elimizdeki tek bilgiyi, albümü satın alan II. Herbert Brooks Walker’ın sözlerinden öğreniyoruz:
“Kapalıçarşı’daki bir antikacıdayken ciltli, büyük ebatlı bir kitap gördüm. Çok albenili gözüküyordu. Albüm Yusuf Bey’in ailesine aitti ve satılması için bu dükkâna vermişlerdi.” (6) Franko İstanbul’da 1933’te, karısı Lucie Caporal ise 1955’te öldü. Walker ailesi albümü 1957 yılında Kapalıçarşı’da buldu. Franko albümü tam olarak nerede tutuyordu, o iki yıl içerisinde mi elden çıktı daha öncesinde mi, bilmiyoruz. Kitabın ortaya koyduğu ya da açığa çıkardığı şeylerden biri, Franko’nun bizzat kendisinin de bu albüme bir arşiv olarak yaklaşmış olduğudur. Çizmiş olduğu karikatürleri sonradan, “yaşı ilerlediği bir vakitte” tasniflemişti, “çünkü on yıllar önce çizdiği bu karikatürlerde yer verdiği karakterlerin bir bölümünün kim olduğunu kendisi de hatırlayamamıştı[r].” (7) Her birine çizildikleri zaman değil, yıllar sonra altyazılar vermiş, çoğuna tarih yazmıştı. Kimi tarihleri ise yanlış hatırlamıştı. Bu arşivinin ne kadarını kendine saklamış, ne kadarını başkalarıyla paylaşmıştı? Kimi karikatürleri göstermiş ve tatlı geribildirimler almış olduğunu yine albümün kendisinden anlıyoruz. Ancak albümde karşılaştığımız en son tarihin 1896 olması ve elinde “démenti [tekzip]” ve “rectification [tashih]” yazılı kartonlarla gazetenin içinden fırlayan Matbuat-ı Ecnebiye Müdürü karikatürü, kitabın yazarlarına Franko’nun, çizimlerini sadece dar bir çevre ile paylaştığını düşündürüyor: herkesin herkesi az çok tanıdığı Pera yüksek sosyetesi ve diplomatik çevresi. Hem Franko zaten bu çevreye aitti, hem işlenen dönemdeki mizah basınında sansür, II. Abdülhamid döneminin etkin bir aracıydı.
Yusuf Franko daha geniş bir çevre ile paylaşsın, paylaşmasın, her hâlükârda Pera’nın insanlarını arşivlemişti. Albümünün adını Types et Charges (Tipler ve Yüklemeler) koymuştu. Ne yaptığını, teknikleri iyi biliyordu. Kendinin ve konumunun farkında görünen bir karikatüristti; buna karikatür altyazılarını Fransızca yazmak, kendi portresini çizmek ve bu karikatürde eline adının uluslararası çevrelerdeki telaffuzuyla yazılı hâlini tutuşturmak da dahildi: Youssouf (Res. 1). Yusuf Bey, kendini, Youssouf’u da arşivlemişti.
Bugünlerde arşivci/karikatürist/bürokrat Yusuf Franko’nun albümünü Türkçe olarak yeniden yayına hazırlarken, dört yıl önce yapmış olduğumuz tasnif canlanıyor, bu tasnife yeni kavramlar, anahtar kelimeler, renkler ve sorular ekleniyor. Yusuf Franko malzemesine dair tahayyül araçlarımız ve kelimelerimiz çeşitleniyor; hatırlama katmanlarımız artıyor. Albümün yolculuğuna, serginin yolculuk hikâyesi ekleniyor örneğin; karikatürlerdeki Rus büyükelçisi Alexandre Nelidoff’un o günlerde sıklıkla uğradığını tahmin ettiğimiz Narmanlı Han’ın hatırası ile bugünkü hâli yan yana geliyor. On dokuzuncu yüzyıldaki Franko albümünün ortaya koyduğu Pera ile kitabın hazırlandığı korona günlerindeki Beyoğlu, aynı arşiv özelinde birbirine yanaşıyor, bazen çarpışıyor ve Beyoğlu’nun aynı boşluklarında, semtin çeperlerinde birlikte susuyor.
Tüm bu yeniden çarpışma ve sessizliklerde, bir karikatür var ki, her seferinde çarpıcılığı sabit. Kitaptaki yazarların ayrı ayrı değindiği, son karikatür (Res. 2). Albümün son karikatürü, arşivci Yusuf Franko’nun son sözü: “Kefaret.” Bu başlığı verdiği karikatürde albüm boyunca çizdiği tüm karakterler, Franko’nun idam sahnesinde bir arada. Ailesi, büyükelçiler, Paşalar, Madamlar, Mösyöler, sanatçılar, herkes idam alanında. “Yusuf karikatüristi öldürmüş, albümü kapatmış, oyunu bitirmişti,” diyordu Kentel sergide; Öztuncay kitabın önsözünde “albümünün perdesini, hicvettiği şahsiyetler tarafından cezalandırılıp darağacına çekilme suretiyle kendi ölümünü gösterdiği sahne ile kapatan Yusuf Franko Bey,” diye yazıyor. (8) Aklıma Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı geliyor. Kendi cenazesinde anasını, babasını, köyünün papazını, öğretmenlerini, “dolandıran ve az dolandıran dükkâncıları,” “borç verenler ve vermeyenleri,” “dedikoducular ve doğru sözlüleri,” “komşuları ve çocuklarını, kocaları ve âşıklarını,” “kendine selam verenler ve vermeyenleri” (9) gören Tante Rosa. Onu aforoz eden kasabalılar ve “fabrika bacalarının, gemi düdüklerinin, tramvaylarda herkesin birbirlerinin ayaklarına bastığı ve pardon demediği ve ne merhaba ne de günaydın demediği insanlar”(10)… herkes Rosa’nın cenazesindeydi. Rosa gibi soruyor muydu acaba karikatürdeki Yusuf Franko bir umut ölmeden:
Cenazeye gelmişler besbelli, ya kimin? Ölü kim? […] Kendi ölümünün üzüntüsü. Peki benim ölümüme gelmişler, peki ben nasıl öldüm? Ne zaman ve ah nasıl? Hangi savaşta, hangi ihtilalde, hangi karın ağrısından ya da? Bilemezsin evet bilemezsin. Her şeyi bilmediğin gibi öldüğünü de. Onu başkaları, seni gömenler, senin için yas tutanlar bilir ve unutur. Niçin unutmasınlar? (11)
Romandaki Rosa ve gerçekteki Franko’nun savaşları, ihtilalleri, karın ağrıları aynı değildi; olamazdı. Ama karikatürdeki Franko’nun da romandaki Rosa’nın da birer anlatıcısı vardı ve anlatıcı unutmuyordu: “Ben unutmam ama, Tante Rosa’nın öldüğünü bir ben unutmam. Onu o dehlizden ben soktum çünkü. O Rosa ki her dehlize sokulabilir. O Rosa ki istenirse yaşar ve ölür. O Rosa ki şu şartlarda da bu şartlarda da yaşar. O Rosa ki acıklı da gülünç de olabilir.” (12)
Karikatürist Yusuf Franko albümün sonundaki karikatürü bitirdiğinde, kendi karakterini öldürmüş, albümdeki Peralıların çoğuna ise onları o karikatürde son kez bir daha çizmek suretiyle yeniden yaşam vermişti. Franko karakterinin ölümünde, albümün Pera’sı yeniden canlanmıştı. Anlatıcı ve arşivci ise, rolünü devretmişti: okuyucuya, dinleyiciye, gören göze, yazana, bugün Beyoğlu sokaklarında yürüyene.
1 *Bu özel arşiv dosyasına daveti için dosya editörü sevgili Yonca Güneş Yücel’e ve fugamundi ekibine; yazının son hâlini okuyan Fatih Artvinli’ye; Ömer M. Koç Koleksiyonu’ndan görselleri yazıda kullanmama izin veren Bahattin Öztuncay’a ve albümün dünyasında birlikte yol almış olduğum tüm “Franko ekibi”ne teşekkür ederim.
Sinan Kuneralp, “Yusuf Franko Kusa Paşa ve Akrabaları: Osmanlı İmparatorluğu Hizmetindeki Melkit Bir Aile,” Yusuf Bey: On Dokuzuncu Yüzyıl Sonunda Pera’nın Yüklü Portreleri, çev. Yiğit Adam, ed. Bahattin Öztuncay, Özge Ertem (İstanbul: ANAMED, yakında yayımlanacak), 33.
2 Bahattin Öztuncay, “Yusuf Bey Albümü’nün Eve Dönüş Serüveni,” Yusuf Bey, 11.
3 Sergi, çevrimiçi olarak şu adreste ziyaret edilebilir: https://yusuffranko.ku.edu.tr/tr/
4 Sergi açılışından birkaç hafta önce, 2016 yılının Aralık ayında Vehbi Koç Vakfı yayını olarak basılan kitabın ikinci ve üçüncü baskıları, ANAMED tarafından sırasıyla 2017 ve 2018 yıllarında gerçekleştirildi.
5 Kitap arkası yazısından, Yusuf Bey, yakında yayımlanacak.
6 Öztuncay, “Yusuf Bey Albümü’nün Eve Dönüş Serüveni,” 12.
7 Kuneralp, “Ek 2: Yusuf Franko Paşa’nın Albümü’nde Kim Kimdir, Açıklamalı Liste,” Yusuf Bey, 103.
8 Öztuncay, “Yusuf Bey Albümü’nün Eve Dönüş Serüveni,” 16.
9 Sevgi Soysal, “tante rosa’nın düşü,” Tante Rosa (İstanbul: İletişim, 2003), 93.
10 Soysal, “tante rosa aforoz ediliyor,” Tante Rosa, 36.
11 Soysal, “tante rosa’nın düşü,” 93.
12 A.g.e.
Yusuf Franko’nun Albümü: “Yüklü” Bir Pera Arşivi*
- ÖZGE ERTEM -
Fotoğraf 3: Bir başka eski eşin fotoğraftan kesilmesi
Fotoğraf 4: Sevilmeyen yengenin fotoğraftan kesilmesi
Deforme Fotoğrafların Peşinde: touchedbyfamily
- TOUCHEDBYFAMILY -
touchedbyfamily’nin Ortaya Çıkışı
Biz, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi sosyoloji bölümünde yüksek lisans yapan iki öğrenciyiz. Fotoğrafla ilişkimiz, 2019 yılının güz döneminde N. Gamze Toksoy’dan Görsel Sosyoloji dersini almamızla başladı. Aile fotoğrafları ise gezdiğimiz birçok sergide (1) karşımıza çıkan, merakımızı çeken bir konuydu. İdeal aile imgesinin kurulması ve aile belleğinin oluşturulmasında fotoğrafların yerinin oldukça önemli olduğunu kavradık. Özellikle birbirini tekrar eden bazı pozlar olduğunu fark ettik. Mesela evin en güzel yerinde çekilme isteği (bu kimi zaman bir vitrin kimi zamansa perde önü olabiliyordu) çoğunda vardı. Bunun yanı sıra aile fotoğrafları, fotoğraf içi hiyerarşiler -yaşça büyükten küçüğe ya da erkek-kadın ayrımına göre dizilim- vb. daha birçok konuda hem toplumsal belleğe hem de aile belleğine dair bize bir şeyler söylüyordu. Fotoğraf, çekildiği dönem ve ait olduğu toplumsal grupta ideal ailenin nasıl olması ve nasıl gösterilmesi gerektiğine dair birçok ipucu sunuyordu. Fotoğraflarla kamusal alana açılan aile, hem kendi belleğini inşa ediyor hem de dönemin toplumsal yaşamına dair ipuçları paylaşıyordu.
Aile fotoğrafları üzerine olan merakımız, kendi aile albümlerimizde yer alan fotoğraflara bakarken deforme fotoğrafların ne kadar fazla olduğunu fark etmemizle başladı. Oto-etnografik yönteme dayanan bu merak, bir araştırma konusuna doğru evrilirken çevremizden gelen örneklerle birlikte, kimi hikayeler birbiriyle tıpatıp örtüşüyor kimisi ise çok ayrıksı bir yerde duruyordu. Fotoğraflardaki benzerlik ve farklılıklar heyecanımızı daha da artırdı. Peki ya daha fazla malzemeye nasıl ulaşabilirdik? Bunun için bir instagram sayfası açmaya karar verdik. Böylece çevremiz dışındaki insanlar da ailelerinde olan deforme fotoğrafları bize ulaştırabilecekti. Daha sonrasında isim konusunda uzun süre düşündüğümüz bir sürece girdik. Aceleye getirip içimize sinmeyen bir iş yapmak istemiyorduk. Kelimelerle mücadelemiz böyle başladı: deforme, müdahale, manipüle. Hangisini kullanmalıydık? Hangisi anlamı tam olarak verebilirdi? Nihayetinde, Deforme Aile Fotoğraflarını ana isimde kullanarak touchedbyfamily’de karar kıldık. Bu isimle aile tarafından dokunulmuş, iz bırakılmış anlamını vermeye çalıştık. Sayfayı açtıktan sonra gelen olumlu geri dönüşler ve farklı malzemelerle, çalışmalarımızı bir gün global bir tartışmaya eklemleme umuduyla yolumuza devam etmekteyiz.
Aile Fotoğraflarında “İzler” (2): Deforme Yöntemleri
touchedbyfamily’i açtıktan sonra birçok deforme yöntemiyle karşılaştık: Kesme, oyma, yakma, sigara basma, sonradan ekleme, karalama, fotoğraf üzerine yazı yazma ve daha niceleri. Bazı deformelerde benzer hikayelere rastladık. Örneğin tek başına gelinlikli kadın fotoğrafları, boşanma sonrasında -özellikle sancılı bir boşanma süreci geçirilmişse- eski eşin fotoğraftan kesilerek çıkarılması gibi manzaraları karşımıza çıkarıyordu. Bu tür örnekler hem fotoğrafın öznesinden, yani içinde yer alan kişiden, hem de nesnesinden, yani fotoğrafın somut olarak kendisinden, hıncını çıkarma ve intikam alma şeklinde ortaya çıkan duygulanımlar sonucu oluşturulmuştu. Burada fotoğrafla bedenlenme diyebileceğimiz bir durumdan bahsedebiliriz. Kişinin belli duygulanımlarla (intikam alma, hıncını çıkarma, öfkelenme, dalga geçme, vb.) fotoğrafı deforme etmesi, onun fotoğrafla girdiği bedenlenme ilişkisine delalet ediyordu. Bu bedenlenme, kimi zaman makas, kalem gibi nesnelerle olurken kimi zamansa bir bilgisayar aracılığıyla gerçekleşebiliyordu. Gelinlikli kadın fotoğraflarının yanı sıra yalnızca eski eş değil daha birçok “istenmeyen” kişi (yenge, enişte, arkadaş, abinin yeni eşi vb.) fotoğrafta çeşitli yollarla deforme ediliyordu. Fotoğrafı deforme eden kişi, bu hamleyle ideal aile imgesi kurmaya çalışıyordu.
Ayrıksı deforme hikayelerine örnek olarak ise çok sevilen bir kişi fotoğraftan çıkarılarak şu ana, yaşanılan odaya taşınmasını verebiliriz. Bize gelen iki anneanne fotoğrafından biri yalnızca gözleri kesilerek odada her gün görülebilecek bir yerde muhafaza edilirken diğeri bedenin tümü fotoğraftaki zaman-mekândan çıkarılarak kalemliğin içerisinde muhafaza edilmekteydi. Bu her iki anneanne figürü de fotoğrafın bağlamından sevilmediği için değil tam tersine çok sevildikleri için koparılmıştı. Bunlara ek olarak, bize ulaşan örneklerde, çocuklar için adeta bir tuval alanına dönüşen fotoğraflar, zaman zaman karalama, üzerine yazı yazma gibi birçok pratikle kendilerini ifade ettikleri yerler haline gelmiştir.
Deforme Fotoğraflar İdeal Aile İmgesini Kuruyor mu Bozuyor mu?
“Her şeyden önce, aile fotoğrafları bütünlükle ilgiliydi ve aile fertlerinin bir aradalığının görsel temsilleriydiler.” (Toksoy, Süzmetaş, & Dörtkaş, 2020) Bu bütünlük ve bir arada olma iddiası, ideal aile imgesi dediğimiz şeyi oluşturuyordu. Bu imge, temelde ailenin kendisini göstermek istediği gibi sunmasına dayanır. Bu aşamada aile fotoğrafları ideal aile imgesinin oluşmasında en önemli unsurlarından birisidir. Fotoğraflar, aile kimliğinin kültürel olarak inşasını sağlamakla birlikte geçmiş ve gelecek kuşaklar arasında köprü görevi görür. Bir nevi aile belleğinin imgeler yoluyla şekillenmesini sağlar.
Aileyi kutsal kılmaktan ziyade oluşturulmuş, kurgulanmış, estetize edilmiş bir kurum olduğunu teslim ederek, bu alana eleştirel açıdan bakmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, bir torun hiç görmediği aile büyüklerinin aile fotoğrafına baktığında, fotoğrafla ve dolayısıyla fotoğrafın özneleriyle bir ilişki kurar. Gerçekte hiç görmediği bu kişilerin ataları olduğunu kendine hatırlatarak kafasında bir aile bütünlüğünü kurar. Bu aşamada aile fotoğrafları, ailenin bazı anlarını yansıtmakla kalmaz ikinci bir işlev olarak bütünlük ve bellek aktarımı görevi de görür. Ancak buradaki aktarım kendiliğinden oluşmamış, inşa edilmiştir.
Bu noktada şu soruyu sormakta fayda görüyoruz: İdeal aile imgesinin sunulmasında aile fotoğrafları nasıl rol aldılar? Aldıkları rolü, arzu edilen geçmişin icadı veya yeniden yaratılması gibi yorumlayabiliriz. Dolayısıyla aile fotoğraflarının hem geçmişin icadıyla birlikte kurulan bir aile belleğinden -ve bunun kuşaklar boyunca aktarımından- hem de bütünlüklü aile yapısının vurgulanması açısından oldukça önemli görülen bir rolü vardır. (Toksoy, Süzmetaş, & Dörtkaş, 2020: 170-172) Peki, deforme aile fotoğrafları aile fotoğraflarındaki ideal imgeyi kurmaya devam mı etmekte yoksa bunu bozmakta mıdır?
Deforme aile fotoğrafları, esasında kestikleri, çıkardıkları veya sonradan ekledikleri kişileriyle fotoğrafta yeniden bütün olma duygusu yaratır. Örneğin; boşanılan eşin fotoğraftan kesilmesi veya sevilen bir akrabanın fotoğrafa sonradan eklenmesi, “işte şimdi ideal aile imgemize ulaştık” hissiyatını artırır. Dolayısıyla fotoğrafa yapılan müdahale, ideal aile imgesini bozmak yerine yeniden daha güçlü bir şekilde kurmakta ve aile belleğini yeniden şekillendirmektedir. Yeniden şekillenen aile belleği ise kuşaklar boyunca kendi idealleştirdiği imgenin hikayesini arşivde saklamaya devam eder. Tam da touchedbyfamily’nin hikayesini oluşturan deforme fotoğrafların atılması yerine saklanması gibi. Kimi kendisine vitrin gibi değerli bir sergi alanı bulurken kimisi poşetlerde, dolap üstlerinde muhafaza edilir.
1 Nur Koçak, Mutluluk Resimlerimiz, Salt Beyoğlu (3 Eylül- 29 Aralık 2019)
Atölye: Aileyi Fotoğrafla Oluşturmak, Salt Ankara (18 Ocak- 16 Şubat 2020)
2 N. Gamze Toksoy, S. Gökçe Süzmetaş & D. Koray Dörtkaş, Aile Fotoğrafında “İzler”, Global Media Journal TR Edition, 11 (21) Güz 2020 Sayısı / Fall 2020 Issue
KAYNAKÇA
- Toksoy, N. G., Süzmetaş, S. G., & Dörtkaş, D. K. (2020). Aile Fotoğraflarında "İzler". Global Media Journal TR Edition, 11(21), 164-187.
- Koçak, N. Mutluluk Resimlerimiz, Salt Beyoğlu (3 Eylül- 29 Aralık 2019)
- Atölye: Aileyi Fotoğrafla Oluşturmak, Salt Ankara (18 Ocak- 16 Şubat 2020)
Cumhuriyetin İlk Yıllarından Alaminüt Fotoğraflar
- ÖZGE B. CALAFATO -
Cumhuriyet’in ilk yıllarında stüdyo fotoğrafçılığı orta sınıflar arasında giderek yaygınlaşırken, sokak fotoğrafçılığı hem kentlerde hem de stüdyoların ulaşamadığı kırsal bölgelerde geniş bir kitleye hizmet vererek fotoğrafı demokratikleştiren öncü bir güç oluşturdu. O dönemin sokak fotoğrafçılığı genellikle “alaminüt fotoğraf” olarak anılır. Batılı ülkelerde 19. yüzyılın ortalarından itibaren sıkça görülmeye başlanan alaminütçülerin popülerliği İkinci Dünya Savaşı sonrası giderek azalırken Türkiye’de alaminüt fotoğraf 1980’li yıllara dek ayakta kalabildi. Hükümet binaları önleri, meydanlar veya mesire yerlerinde farklı kesimden sayısız insanı fotoğraflayan alaminütçülerin teçhizatı genellikle üçayak üzerinde ahşap sandıklı bir fotoğraf makinesi, işlemeli veya resimli fonlar ve fotoğrafların kısa bir sürede hazırlanıp teslim edilmesini sağlayan kimyasallardan oluşuyordu. Ahşap sandık aynı zamanda bir karanlık oda işlevi görerek fotoğrafların banyo edilebilmesi için gerekli düzeneği barındırmaktaydı. Alaminüt fotoğraf iki aşamada hazırlanırdı: Çekimde elde edilen ve Arap denilen negatif baskı, ve negatifin yeniden fotoğraflanmasıyla elde edilip müşteriye verilecek olan pozitif baskı.
Alaminüt fotoğraf özellikle 1920’li ve 1930’lu yıllarda yeni inşa edilen bir ulusun fotoğraftaki temsillerine ilişkin bize son derece zengin bir kaynak sunuyor. Alaminüt sayesinde sokakta yaratılan geçici stüdyo ortamı, dönemin insanlarının hem sokakla hem de fotoğrafla kurduğu ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Bu fotoğraf seçkisi alaminüt fotoğrafın adeta altın çağını yaşadığı erken Cumhuriyet dönemine odaklanarak Cumhuriyet’in “yeni vatandaş”ına bir de fotoğraf üzerinden bakmamızı öneriyor.
Kaynakça
Ak, Seyit Ali. Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Fotoğrafı. İstanbul: Remzi Kitapevi, 2001.
Akçura, Gökhan. “Alaminüt Fotoğrafçılar.” Manifold (blog), May 19, 2020. https://manifold.press/alaminut-fotografcilar
Akçura, Gökhan. “Bir Hatıra Olarak Fotoğraf.” Açık Radyo, 2003.
http://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/bir-hatira-olarak-fotograf
Akçura, Gökhan. “Hatıralar Hayal Oldu.” Manifold (blog), April 20, 2020.
https://manifold.press/hatiralar-hayal-oldu
Aksel, Malik. “Eski İstanbul’da Eski Panoramacılar ve Fotoğrafçılar.” İstanbul’un Ortası. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1977.
Bölük, Gülderen. Fotoğrafın Serüveni. İstanbul: Kapı Yayınları, 2014.
Bölük, Gülderen. Kolektomani (blog). http://www.kolektomani.com/alaminutculer-fotograflarindaki-sosyal-hazine/
Calafato, Özge. “A Wooden Box, Tripod and Cloth: The Role of Alaminüt Photography in the Making of Modern Turkey.” The Camera as Actor (ed. Amy Cox Hall). Londra: Routledge, 2020.
Özendes, Engin. “Sokak Fotoğrafçıları.” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi 7. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1994.
Şen, Yusuf Murat. “Alaminüt Fotoğrafçılık.” Fotoğraf Dergisi. İstanbul, Sayı: 44, 2002
Şen, Yusuf Murat. “Son Alaminütçüler 2.” Fotoğraf Dergisi. İstanbul, Sayı: 46, 2002.
Taş Ustası Ali Rıza Budak’ın Çantası: Hikayeler, Günlükler, Taş Plaklar
- SEKME X ALİ EKREM BUDAK -
Röportajda sözü edilen, Ali Rıza Budak'ın taş plak koleksiyonundan bir seçki:
Ali Rıza Budak'ın 1973-1974 yıllarında tuttuğu günlükler:
Görselleri büyütmek için çift tıkla!
YOL HİKAYESİ
Kalabalık köyün, orta halli bir ayle ferdiydi Riza. Evliydi o zamanlar. Daha yeni kurbete gidecekti. Yakın köyün birinden bir Çavuş köye geldi. Komşulardan birkaç kişi topladı:
-Ben iş buldum, işçi peşine geldim. Haydın beraber çalışalım. İkizdere’de elektrik barajı yapılıyor, mütahitin yanında çalışacağız, dedi.
-Hangi gün gidilecek?
-Perşembe günü gidiyoruz, gelecek hafta, tamam mı?
-Tamam.
Hazırlıklar başladı. Riza daha toy, yeni kurbete gidecek. Babası, köyden aklı keser bir Hasan vardı, ancak ona güveniyordu. Gitti yanına, söyledi:
-Hasan Efendi, bizim çocuk da sizinle gelecek, fakat daha acemi, heç gurbet nedir bilmez, sonra utangaçtır, her yere giremez. Senin yanına al götür, sen mukayıt ol, beraber dolandır, getir. O sana emanet, sen Allah’a emanet ol. Sen gitmesen ben göndermezdim valla.
-Olur hocam, o nasıl söz, lafı mı olur tabii mukayıt olurum dedi Hasan.
Sonra günler geldi, hazırlıklar bitti. Perşembe günü köyden ayrıldılar. Yorganı, şeleği (6) sırtladılar, kasabaya geldiler. Riza kamyona ilk bineceği için hevesliydi ama hiç kimseye sezdirmek istemiyor. Deriken, Çavuş çevre köylerden birkaç kişi daha toplamış gelmişti. Bir kamyon arayıp buldular; Trabzon’a gidecek bir kamyon. Mısır filan yüklü bir kamyon.
-Ha bakalım binin şu kamyona, dediler.
Sıra ilen filan yok, rasgele yorganını atan bindi. Otuz kişi falan vardı Trabzon’a giden. Hep bindiler, kamyon hareket etti. Riza seviniyor, kurbete gidip para kazanacağım diye.
Ama çok geçmeden kamyon biraz yol aldıktan sonra, sallaya sallaya hoşaf etti Riza’yı. Öyle ki değil arabaya binmeyi, dünyaya geldiğine pişman oldu. Araba tuttu, istifar ediyor. Yollar bozuk, ne zaman bitecek diye içinden Allaha yalvarıyor Riza. Sabah oldu, ışıdı, hala Trabzon’a gelemediler.
-Yahu burası haritada bu kadar uzak görünmüyor. Neden bu kadar uzadı buranın yolu?
Tabii gece geçerken üzeri kapalı olduğu için kamyonun etrafı göremiyorlarmış. Oysa ne dereler geçmiş, ne dağlar aşmış, ne yamaçlardan gitmiş kamyon. Öğlen sonu Trabzon’a gelmişler.
-Tamam, burada inin, son durak.
Patır patır indiler arabadan. Toplandılar bir kenara. Çantalarından çıkarıp biraz ekmek yediler. Riza yolda, ne varsa midesinde hepsini dışarı döktü, perişan oldu. Ekmeğini aldı, yiyemedi, midesi bulanıyordu. Tabii bu arada Çavuş, Rize’ye giden bir otobüs buldu hemen; iki buçuk lira. Şiran’dan Trabzon’a kamyonla geldik. İki buçuk liraya da otobüsle Rize’ye gideceğiz.
-Haydi bakalım, toplanın!
Herkes gene yorganını kattı, Çavuşun peşine düştü. Garaj yerine geldiler. Tabii kaç kişi varsa ona göre yer ayırmışlar. Herkes geçip yerine oturdu.
Riza:
-Otobüs daha iyiymiş, bari hiç olmazsa etrafı seyrederek gidiyoruz.
Akşamüzeri Rize’ye geldiler. İskele başına gittiler, orada bir yer kiraladılar. Gecede adam başı yirmi beş kuruş. Toplayıp verdiler akşamdan. Bir kahvaltı yaptılar, yattılar. Sabah oldu kalktılar, biraz etrafta dolaştılar.
Oldukça iyi görünüyordu şehir.
-Bu lambalarda ne yanıyor acaba, diyordu Riza.
Çünkü hiç görmemiş böyle bir şey. Elektrik neymiş, nasılmış, bilmiyordu. Deriken öğrendi. Biraz biraz alışıyordu kurbete Riza. Akşam oldu, Çavuş gene dolaştı fırlaştı geldi:
-Araba yarın gelecekmiş. Allah izin verirse yarın gideriz Ekizdere’ye.
Konuştular anlaştılar, o gece de orada yattılar. Gene tabii kira parası yirmi beş kuruş adam başı; toplayıp verdiler. Sabaha kadar yorganların kimini altına, kimini üstlerine çekip yattılar. Geceler ne de tez ışıdı, sabah oldu kalktılar.
Hasan Çavuş:
-Otobüs geldi mi acaba? Yemeklerinizi yiyin, çok dağılmayın. Otobüsten haber alalım, hemen gideriz.
Herkes yemeğini yedi. Öğlene kadar yedi, içti, gezdiler. Mandalina alıp yediler, eğlendiler. Hasan Çavuş geldi:
-Toplanın, gidiyoruz; otobüs kalkarsa burada kalırız.
Herkes bir araya geldi, yorganını sırtlayan Çavuş’un peşine garaja gittiler. Arabaya bindiler. Araba hareket etti, girdiler yola. Derelerden yamaçlardan geçtiler, akşamüzeri iş yerine geldiler.
-Ha burasidur uşaklar, inun arabadan aşağı bakalum, dedi şoför.
Hep indiler arabadan. Bir yarmanın başına geldiler, millet çalışıyor. Vagonlara toprak, taş doldurup sürüyorlar, ırmağın içine döküyorlardı. Hasan Çavuş gitti mutahiti gördü, geldi.
-Hoş geldiniz çocuklar!
-Hoş bulduk efendim!
Hepsi birden:
-Bize yatacak bir yer.
-Tabii dedi mutahit.
Alihan Çavuş’u alıp bir yola aşağı gittiler. Biraz sonra dönüp geldiler:
-Alın eşyalarınızı çocuklar, aşağıda yolun kenarında bir bina var, orada kalacaksınız.
Herkes birer yorganını çaldı dalına, yürüdüler yola aşağı, geldiler binaya.
-Herkes burada. Arkadaşlarla birleşip kumanya olun, dedi Hasan Çavuş.
- Peki Çavuşum, dedi işçiler.
Takım oldular. Köylüler ayrı ayrı oldular. Riza’nın köylüleri de ikiye ayrıldı. Hasan Dayının yanına teslim etmişti babası Riza’yı, tabiî ki ayrılamazdı Hasan’dan. Hasan, Riza ve Celloğlu Riza’nın Memet’le üç kişi bir kumanya oldular. Hocaoğlu Derviş’in oğlu Rıza, Bakır’ın oğlu Bayram da bir kumanya kurdular. Akşam olmadan aralarından ayırdıkları arkadaşları kazaya gönderip, yemeklik bir şeyler aldılar.
Bu arada Çavuş, mutahitle konuşmuş, sabahleyin herkes gidip mamelesini yaptırıp gelecek. Sonra ertesi gün iş başı yapacak. Sabahleyin hep kazaya gittiler, vergi karnesini, sigorta işlerini yapıp tamamladılar; akşam döndüler. Sabahleyin kalktılar, iş başına geldiler. Riza daha yeni çıkmıştı kurbete, bir el arabası verdiler eline. Hiç eline araba almamış, zar zor sürebiliyordu. Çok zorluk çekti arabada. Sonra sonra alıştı ama ne çare… Daha sonra kazma kürek aldılar, indiler yarmaya. Taş toprak kazıp vagonlara doldurup ırmağa döktüler.
Birkaç hafta çalıştılar. Havalar soğuktu, bir de kar yağdı, işler iyice kötüleşti. Riza, Bayram, Memet, Hocaoğlu Derviş’in oğlu Rıza, bir de Sifon’lu Hasan Dayı beş kişi birlikte aldılar hesabı, geceden düştüler yola. Kar yağmış, çarık bağını geçmiş vaziyette yürüdüler. Hayli zaman epeyi yol aldılar. Öğle vakti olmuştu, Kalkandere’ye geldiler. Orada bir yemek yediler, gene yola devam, yokuşu tırmandılar.
Tepeye çıktılar, geriden otobüs geldi kavuştu. Yolun tehlikeli yerleri geride kalmıştı, otobüse bindiler. Dağın üstüne doğru gelirken karşıdan bir cip çıktı. Yol dar, ikisi de durmaya çalıştı ama yol kar olduğu için kaydı, otobüs cipe vurdu ve cip geriye dönüverdi. Neyse, tehlikeyi ucuz atlattık dediler. Araba yol aldı, cipi kenara itince biraz gittikten sonra yeniş aşağı döndü otobüs. Kar yoktu artık, çok geçmeden Rize’ye geldiler. Otobüsten indiler hemen:
-Trabzon’a araba var dediler. Kalkmadan gidin.
Riza ve arkadaşları koştular:
-Trabzon’a yer var mı? Beş kişiyiz.
-Atlayın.
Hemen atlayıp bindiler, sıra ile koltuklarına yerleştiler. Akşam Trabzon şehrine geldiler. Suluhan diye bir yer vardı, orada bir otele yazılıp yattılar. Sabahleyin erken kalkıp lokantaya gittiler. Birer paça çorbası yediler.
Sonra çaldılar yorganı sırtlarına, ver elini memleket. Düştüler Değirmendere’ye yukarı yola. Bazen yol kenarında fındık satanlardan fındık alıp, yola doğru yiyerek yol aldılar. Güneş aşmadan Maçka’ya geldiler. Bir çay ocağına girdiler. Çay ocağına dersem, han gibi bir yer, birer çay içtiler. Sonra hanın sahibinden kilo ile ekmek katık aldılar, akşam yediler. Daha sabaha iki saat varıken yola koyuldular. Şura senin, bura benim deriken Hamsiköy’e geldiler. Güneşte epeyce yükselmişti hani. Gene kar da yağmış, yollar karlıydı Maçka’dan beri. Hamsiköy’de birer sıcak yemek yediler. Biraz da dinlendiler, gene kalktı yürüdüler. Zigana dağlarına dayandılar ama kar çok. Yüklü kamyondan başka vasıta yok, tehlike çok. Bu yüzden arabaya binmeye korkuyorlar. Konuşarak, gülerek yollarına devam ettiler. Zigana’nın geçit vermeyen tepesini devrildiler. Çok tehlikeli yerleri varmış. Biz buradan giderken kapalı kamyon, üstelik gece geçmişiz. Yoksa çok korkardık buralardan; inerken, çıkarken, hele çığ korkusundan. Üzeri kapalı betonarme yarı açık tünel; vay anasını be! Ne tehlikeli yer imiş meğerse!
Böyle birbirlerini avuta avuta geldiler, dağın güneyine devrildiler. Şimdi hava ısındı, güneş yolda görünüyor. Virajları dolanmaya gerek yok. Keseden karları yara yara, baş aşağı kopup geldiler. Bu iş çok iyi oldu. Yolu dolaşsalardı dört saatte ancak gelirlerdi. Kestirmesine dere kenarına aşağı basıp inince, on beş, yirmi dakikada indiler ve yolun virajı da kayboldu. İster istemez yolu takip etmeye başladılar. Çok geçmeden gene hanlar başladı. Yolun kenarında hanın birini geçtiler, ikinci hana geldiler.
-Eh yorulduk, epeyce de yol aldık. Burada kalalım, deyip yorganları atarak oturdular.
Çay içtiler, ekmek yediler, akşam oldu yattılar.
-Gene geceden yola çıkalım, ne olur ne olmaz. Zamanında yola devam edek, iyi olur, dediler.
Hancı:
-Aşağıda benzinciler var, orada araba bulursunuz, arabaya binin.
Hancının adı Şeker Ağa idi.
-Şeker Ağa, üstü açık kamyonda, kış günü yolculuk olmaz tehlikeli, dediler.
Gene sabah ışımadan yiyip içip yola koyuldular. Bazı virajlardan, bazı keseden, sabah ışıyana kadar aşağı benzincilere indiler. Çok araba var ama hiç biri çalışmıyor. Donmuşlar, herkes arabanın altında ateş yakmış motorları ısıtıyor. Neyse onlardan birine sordular:
-Bizi de alır mısınız?
-Nereye emşerim?
-Şiran’a.
-Daha şu foterlinin kamyon Şiran’a gidiyor, ona gidin.
Foterlinin yanına gittiler. O da:
-İkisu’ya kadar götürebilirim, yalnız beşer lira alırım dedi.
-Aman efendim çok para, iki buçuk al, bizim paramız yok.
-Yoksa yaya gidin.
Tabii küçük Riza tanımıyor, öteki büyükler eşittirmeden:
-Bir de belediye başkanımız. Halbuysa böyle yolda kalanları belediyeler yardım edip gönderir. Ne gâvur adammış bu be!
İster istemez razı olup, beşer lirayı vererek bindiler arabaya.
Gene araba hareket edince karlı yollardan, virajlı yollardan döne dolaşa gelip Torul’a indiler. Çok şükür tehlikeyi atlattık dediler arkadaşlar hep birden. Bir zaman daha gitti kamyon, ama açık araba yüklü. Yükün üstünde dereye doğru, soğuk suyun acı sazağı (7) kesiyordu. Arabaya bindiklerine bin pişman olmuşlardı. Yürümek çok iyiydi. Bu durumda, deriken, ikindiye doğru İkisu denilen yere geldiler. Kamyon durdu.
-İnin aşağı, burası İkisu köprüsü.
Canlarına minnet Riza’ların. Hemen indiler, yola koyuldular. Karamustafa’nın altındaki dereye yukarı. Buranın yolu kapalı denecek kadar işlek değildi. Birbiri peşine koyuldular, hep bir izden geldiler. Karamustafa denilen yerde bir hana misafir oldular.
Hancı çaylarını verdi. Ufak bir büfesi var hanın; yiyecek, ekmek, helva, zeytin filan yediler. Karınlarına biraz nafaka gidince uykuları geldi. Burada uyudular, sabah ışımadan kalkıp yola koyuldular. Şura senin, bura benim deriken, ormana yukarı tırmandılar. Ormanın yarı yerine doğru sabah ışıdı ve çok geçmeden ormanın ortalık yerinde bir bakımevi; yani orman. Bakımevi ve bu evde iki yaşlı bekçi. İçeri girince soba yanıyor, ev sıcak.
-Oh ağaların keyfine bak, dediler.
Bekçi:
-Buyurun emşerim, sabahın erinde nereden bu böyle aceleniz?
Şuradan buradan biraz sohbet, birer tane çay filan içtiler, ısındılar. Tekrar yola koyuldular.
-Emşerim kese yol buradan yukarı gider falan derken, tarif ettiler yolu.
Gene ormanın içine yukarı dikine yürüdüler. Güneş kabardı epeyce, kuşluk çağı dağın tepesine çıktılar. Bu dağın adı Zigana Dağları. Dağın güneyinde Zigan köyü Şiran’a bağlı. Dağın batısında Karamustafa Torul’a bağlı. İşte bu iki köyün arasının yolu altı saatlik yol. Dağın tepesinden yenişe döndüler, gene gelişi güzel kese yollardan yürümeye başladılar. Zigana köyüne gelmeden Derviş’in oğlu Rıza’nın ayağı burkuldu, yürüyemiyordu artık eskisi gibi. Artık yollar uzadı. Zigana’da at aradılar, bulamadılar. Zor bela Telme köyüne geldiler, burada bir at kiraladılar. Riza bindi, kasabaya geldiler. Şurada burada biraz dolaştılar, yediler, içtiler. Akşam herkes bir yere dağıldı. Kimi otele, kimi tanıdığına gittiler. İki Riza’lar fırıncı Muharreme gittiler, orada yattılar. Sabahleyin kasabanın pazarıydı. Köyden gelen oldu, alışverişini yaptılar. Riza bir ceket, şapka aldı. Akşam olmadan yola koyuldular. Köyle kasabanın arası dört saat çekiyor, kış yolu. Şiran’da buluştukları Kara Ali’nin Memet’le Rıza köye geldiler. Akşam karanlık basmıştı. Yani akşam namazından çok sonra eve geldi.
-Vay bizim kurbetçi, hoş geldin, diyenler çok.
Riza’nın kaynı Mustafa da aylesiyle gelmişlerdi:
-Bak dayı, bizim ayağımız uğurlu geldi gözün aydın olsun.
-Aydınlık içinde olasın kurban.
-Enişte hoş geldin, dedi Mustafa’lar.
Akşam kurbetlik sona erdi, hasretlik bitti.
Riza, Rize’den geldikten sonra o kış evde kaldı yaza kadar. Aylesi hamile idi. Mart aylarında bir oğlu oldu. Yaz gelince gene haber geldi:
-Hazırlansınlar filanca zamana kadar; şirketin kamyonu gelecek işçi götürmeye. Gidecekler hazır olsun!
Gene hazırlık başladı, günü gelince gene yorganı omuzladı Riza. Köyden yakın akrabalarından filan birkaç kişi daha indiler kasabaya. Derviş’in Ali, Nazım’ın Mustafa, Murtaza’nın Mehmet, Maya’nın İsmail, Yemen’in Zeynel, Aziz’in Riza, Nazif’in İbraham gene bindiler kamyona, doğru Rize’nin İkizdere’ye. Başladılar çalışmaya. Sifon’dan, Darıbük’ten, Tepedam’dan, İnözü’nden, Kelur’dan, Tar’dan, Kozveren’den, Kırıntı’dan, Sivas’tan var bir ekip. Karma karış çalışıp dururlar; yevmiye altı, yedi - yedi buçuk lira. İster ye, ister artır.
Böylece çalıştı durdular bir zaman…
Dipnotlar
1 yamaç
2 deriden imal edilmiş ip
3 başkaları
4 sabanın tarladaki izi
5 onaltı hisse
6 yorganın sarılmış şekli
7 ayazı
Şiran - İkizdere yolu
Anın Ses Belgesi: Saha Kayıtları
- MURAT MRT SEÇKİN -
Ses biriktirmek oldukça geniş bir alan. Bunun içine farklı formatlarda kayıtlar, enstrümanlar, cihazlar (gear) girebilir. Koleksiyon zorlu bir evren. Mesela son dönemlerde ilginç bir popülerliğe giden ve en çok satışı rakamını yakalayan baskı tipi (hardcopy) olan plak üzerinden bakalım. Dönem mi, label’mı (yapımcı firma), single mı, tarihsel plaklar mı, konuşma plakları mı, 7 inç mi, 12 inç mi, single mı, EP mi, flexi mi, 180 gr’mı? Plak toplamak o zorluğun güzel özetlerinden biri. Koleksiyonunu yapmaya başladığınız herhangi bir eşya işte bu kadar çatallı, bu kadar bol dalı olan bir soy ağacına sahip olabilir. Tabii ki bunlar her plak alan için geçerli şeyler değil.
Benim kendi takıntılı alanım ise toplama albümler.
Toplama albümler (various artists) genellikle belli bir konsept ile oluşur. Bu bir tür, dönem, label (yayıncı firma) ya da bir olay olabilir. İşin doğrusu benim uydurduğum terimle, “profesyonel dinleyiciliğe” adım atmanın en önemli kaynaklarından biri toplama albümler. Bir yol gösterici, kılavuz olarak size gideceğiniz yönü ya da zaten gittiğiniz yöndeki eksikleri gösterir. Hem malzeme hem de data olarak yüzlerce toplama albümüm var ve aslında dj olarak haz aldığım setler de hep bu konsept ruhu ile yapmaya çalıştıklarım oldu. Teknik değil (hız, tür, dönem vs) ama hissiyat olarak bir bütünlüğe ulaştığım zamanlar gerçekten yaptığım işten keyif aldım.
Tüm bu derya deniz alan içerisinde bir tür var ki onu bambaşka bir yerde tutmayı tercih ediyorum. O da zaten bu yazının konusunu oluşturacak; saha kaydı (alan kaydı olarak da kullanılıyor) ya da genel terim olarak “field recordings”.
Field Recordings, etnomüzikolog veya müziğin temeline, çıkış noktasına meraklı kişilerin ses kayıt cihazları ile direkt bölgelerde, sahada, stüdyo dışında yaptıkları kayıtlardan oluşabilir. Bu 1910’ların blues kayıtları da olabilir, bir dağ kabilesinin ayinleri de. Müziğe yönelik saha kayıtları benim için biraz da içindeki kayıtların el değmemiş ve sahiciliği açısından değerli oldular. Saf ritüel müziğinin veya programsız, nesilden nesile aktarılmış melodilerin varlığı aslında bir müze gezmekle, eli yüzü düzgün, emperyalizme selam etmeyen bir belgesel izlemekle aynı yerde. Her ne kadar bazı kayıtlar tam da beyaz adamın hayretle pazarladığı vahşi dünya panoramasına hizmet etse de çoğunlukla arşiv amaçlı yapılan işlere odaklanmanızı tavsiye ederim. Bu kayıtları yıllardır tartışılan etnik müzik veya world music etiketlerini yok sayarak dinlemenizde fayda var. Daha çok o bölgenin folklörüne odaklanmış, turistik amaçla süslenmemiş, sosyolojik araştırmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hepsi lokal ancak sunum şekli ile de bir o kadar global sesler.
Yurtdışında çok fazla örneği olan, hatta bazı yapım firmaları tarafından özel olarak basılan ve değerli kayıtlar olarak görülen bu arşiv Türkiye’de sadece akademik kayıtlar olarak yer buluyor. Aslında yaşı kırklara gelmiş okuyucularımız belki hatırlar. Bazısı akademik amaçla, kimisi ise görevli olarak birçok müzisyen veya müzik araştırmacısı Anadolu’nun çoğu bölgesinde kayıtlar alıp, yeni türküleri veya ezgileri TRT repertuarına katmışlardır. Bunlar yapılırken tabii ki saha derlemeleri teknikleri kullanılmıştır. Hatta bu türküler sunulurken bu araştırmayı yapan kişinin adı da “derleyen” olarak belirtilirdi.
Ancak tabii ki ülkemizdeki saha kaydı çalışmaları çok daha eskidir. 1800’lerin sonlarında şekil alan etnomüzikoloji 1940’lı yıllarda teknik olarak şimdiki disiplinine ulaşmış gözüküyordu. Araştırınca Cemal Reşit Rey’in de dâhil olduğu, 1920’li yıllara kadar uzanan bir derleme geleneği olduğunu görüyoruz. Bunların büyük kısmı (çocukluktan ergenlik dönemine giren) bir Cumhuriyet’in kendi kültürünü akademik düzeyde kayıt altına almaya dönük uğraşları. Yeni bir ülkenin, kendisinden çok eski bir kültür ile bağ kurması, kendi güçlülük / kalıcılık imajını daha da destekleyeceği için o dönem, derlemeye özellikle bu açıdan önem verilir. Ancak bunun dışında tabii ki bugün bu topraklarda büyümüş birisinin sevse de sevmese de aklına kazınan onlarca şarkı-türkü, yapılan bu saha kayıtları ve notalamalar sayesinde kulaklarımızda.
Hazır buralardan bahsetmişken ve yurtdışı örneklere girmeden önce Béla Bartók’tan bahsetmemek olmaz. Ünlü Macar besteci özellikle folk şarkılarından esinlendiği işler ile tanınmıştı. Ancak bu rastlantı değil tabii, çünkü Bartók’ta bir folk müzik derleyicisiydi. Aynı zamanda etnomüzikolojiye olan katkıları da oldukça önemlidir. Bartók 1930’lu yıllarda Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin ve Necil Kazım Akses ile birlikte Ankara Devlet Konservatuarı için türkü notalama çalışması yapmıştır.
Sürekli saha kaydından etnomüzikolojiye doğru yol alıyoruz ancak bu bilimin sadece kayıt almaktan ibaret olduğu anlamına gelmiyor. Etnomüzikoloji derin bir dünya, saha kayıtları ise bu bölgenin, folk müziği ve kültürel çalışmaların arşivlenmesi için yapılan önemli tekniklerden biri. Ben de kendi topladığım saha kaydı işlerinin hem etnomüzikolojiye hem de sosyolojiye göz kırpanlar arasından olmasını tercih ediyorum. Arşivimin neredeyse tamamı yurtdışında yapılan kayıtlar olduğu için de bu yazıdaki örnekler yabancı içerikli olacak.
Saha kaydı denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri Alan Lomax (1915-2002). Aslında kendisi belki de farkında olmadan popüler müzik denen kavramın doğmasına yol açan akımların önünü açmış olabilir. Lomax kırklı yıllarda Amerikan folk müziğine olan tutkusu nedeni ile ülkeyi dolaşarak bir araştırmaya girişiyor. Özellikle blues üzerinden yaptığı saha kayıtlarında Son House veya Muddy Waters gibi önemli blues ozanlarını kayıt altına alıyor. Aslında bir yandan da neredeyse tamamı folk ve blues’dan doğacak rock müziğinin tohumlarını uzaktan şehre taşıyan insan da diyebiliriz. Ancak tabii ki Lomax’ın amacı popüler olmak değil daha çok akademik bakış açısı ile hazırlanmış bir arşivlemeydi.
(1941-Alan Lomax & John Work-Library Of Congress)
Lomax yaptığı araştırmalar afro-amerikan müziğinin ilk kayıt edilmiş kaynaklarını oluşturarak aslında yüzlerce yıl eziyet çekmiş ve hor görülmüş bir toplumun kültürel tarihini not alarak görünür olmalarına katkı sağlamıştır. Tabii ki o zamanlarda tarlalarda, cezaevlerinde, kamplarda söylenen bu şarkılar, beyazların folkuna karışmıştı bile. Hatta tıpkı bizdeki “cacık Yunan mı, Türk mü?” gibi enteresan tartışmalara da dâhil edilmiştir. Irkçılığı halen bir nefret değil savunma şekli olarak görenler tüm bu müziklerin kökeninde beyaz folk müziği olduğunu iddia etmeye devam edeceklerdir.
(1939-Alan Lomax-Library Of Congress)
Alan Lomax’ın devasa arşivi Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde bulunuyor. Kendini tamamen folklor kültürünün arşivlenmesine adamış olan Lomax sadece şarkıların alan kaydını almakla kalmamış hem sesli hem de görüntülü olarak birçok bölgesel icracıyı, koroları, eşlikçiyi hikâyeleri ile birlikte belgelemiştir.
Arşivimin bir diğer önemli saha kayıtçısı ise Hugh Tracey. İngiliz etnomüzikolog 1920’lerden vefat ettiği 70’lere kadar Afrika’da otuz binin üstünde kayıt toplamış, bölge enstrümanlarının batıda kullanılmasına aracı olmuştur. Henüz o yıllarda apartheid rejimi olmasa da Afrika geçmişini ve kaynaklarını sömüren batının izlerini ve ondan kaynaklanan eksikliklerinin henüz çözememişti. Tracey’de aslında Rodezya’da bir tütün tarlasında çalışmaya gitmişti. Hakkında yazılanlara bakılırsa buradaki kültürden, birlikte çalıştığı insanların anlattıklarından ve yaşama bakışlarından o kadar etkileniyor ki kendini Afrika folklorunu araştırmaya adıyor. Özellikle enstrümanlara karşı tutkusu onun yolculuğunun en temel dayanaklarından birini oluşturuyor.
(1952 - Hugh Tracey – “At the Court of the Mwami, Ruanda - Rwanda, 1952: Tutsi, Hutu, Twa” SWP Records)
Tracey aynı zamanda birçok ayin, tören, geçit vs tarzı, bulunduğu yerdeki toplumun dâhil olduğu etkinlikleri kayıt altına alıyor. 210 plaktan oluşan Uluslararası Afrika Müzikleri Kütüphanesi (ILAM) ve bunun üzerinden yaptığı yayınlar ile bir beyaz olarak bölge tarihine kattıkları Afrikalılar tarafından çok ama çok önemseniyor. Dinlediğim kayıtlar ve okuduklarımda bunların arşiv ve eğitim amaçlı yapıldığını, o tuhaf , turistik, egzotik alana ürün olarak sunulmadığını hissettiriyor. Bu açıdan da Tracey’nin varlığı umut veriyor.
(1952 - Hugh Tracey – “On The Edge Of The Ituri Forest Northeastern Belgian Congo” SWP Records)
Daha önceden de söylediğim gibi saha kayıtları tercihim daha çok etnomüzikoloji veya sosyoloji üzerine olan arşiv çalışmalarına yoğunlaşıyor. Yoksa misal bir kuş sesleri albümü de eğer doğal ortamda yapıldıysa rahatlıkla bu alana girer. Bir şehrin öğlen saatlerinde duyulan karmaşasının sesi, nehrin sesi, şelalenin gürültüsü ya da önemli birinin konuşması. Bunlara benzer eski-yeni birçok kayda rahatlıkla ulaşabilirsiniz.
Böylece son örnekleyeceğim isme geliyoruz. David Toop önemli bir müzisyen. Kendisi, aksiyonlarına yetmişlerin ortasında başlayan ünlü deneysel-muhalif müzik grubu, The Flying Lizards’ın kurucularından. Aynı zamanda John Zorn, Derek Bailey, Thurston Moore, Ryuichi Sakamoto gibi isimlerle ortak işler yapmış. Müzisyenliğinin yanında, önemli bir besteci ve araştırmacı. Kendisinin aynı zamanda hem birebir yayınladığı hem de aldığı kayıtlarla oynayarak besteler yaptığı saha kayıtları mevcut. Hissiyat olarak en sevdiğim saha kayıtlarından biri olan “Lost Shadows – In Defence Of The Soul – Yanomami Shamanism, Songs, Ritual” (1978) albümünün yaratıcısı. Toop’un 1978 yılında Amazonlar’da, yağmur ormanlarında Venezüella tarafında yaşayan ziyaretinde Yanomami kabilesini kaydettiği bu albümde hem bu “kapalı” toplumun dillerini ve törenlerini hem de hayatlarına tamamen nüfus etmiş ormanın sesini arşivler. Son örneğimiz de bu önemli albümden gelecek.
(1978 – David Toop – Lost Shadows: In Defence Of The Soul / Yanomami Shamanism, Songs, Ritual, 1978 - Sub Rosa Records)
Saha kayıtları sesler aracılığı ile kültürün el değmemiş, doğal halinin kayıt altına alınmasını sağlar. Aynı şekilde yine sese dair yapılabilecek tüm arşivleme yine saha veya alan kayıtları sayesinde yapılır. Saha kayıtlarını doğru şekilde gerçekleştirmek ciddi bir mekanik ve akustik bilgisi de gerektirir. Yanlış cihazlar ile yapılan kayıt, işin doğallığına zarar verecektir. Bugün neredeyse tamamen görselliğe yönelmiş insanlık için sesli arşivler, olabilecek karanlık bir geleceğin kurtarıcısı olarak arşivlerde yerini koruyor. Uzayda ses kaybolmuyor bilgisi, her zaman içimi rahatlatan bir gerçektir.
Murat Mrt Seçkin
Ocak 2021
- ÖZGE B. CALAFATO -
Bu çalma listesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarına dair bir hayal kurma önerisi olarak ortaya çıktı. Dönemin önde gelen muganniyelerini 39 şarkı üzerinden bir araya getiren bu liste, gazino sahnelerinden plak kayıtlarına, radyo programlarından gramofon başında nağmelere eşlik eden hane sakinlerine, o günlerin hâletiruhiyesini bir nebze olsun yansıtabilmeyi amaçlıyor. Bugün daha ziyade nostaljik bir gözle baktığımız bu hâletiruhiye, bir yandan da erken Cumhuriyet döneminin Şark - Garp arasında kendine bir kimlik oluşturma çaba ve tecrübelerinin ipuçlarını veriyor. Çalma listesinde göze çarpan alafranga - alaturka ekseni bu çeşitlilik ve arayışa vurgu yapıyor. Aynı zamanda dönemin plak kayıtlarında gözlemlediğimiz kadın solistlerin çokluğu Müslüman -Türk kadınların kamusal alanda giderek artan görünürlüğünü de gözler önüne seriyor.
10-15 yıl öncesine dek böyle bir listeyi derlemek ve yayına hazırlamak uzun ve meşakkatli bir süreç gerektirirdi. Bugünse ellerindeki kayıtları dijital ortama aktararak erişime açan koleksiyoner, kayıt şirketi ve kurumsal arşivlerin değerli emekleri sayesinde böyle bir sunumu çok daha kısa bir sürede paylaşmak mümkün oldu. Bizi bu eşsiz kayıtlarla buluşturan herkese sonsuz teşekkürler.
Odeon, Sahibinin Sesi ya da Pathé plaklarında hüzzamdan hicaza, tangodan kantoya 1920’lerden 1940’lara o yılların hayalini müzikle birlikte kurmak temennisiyle.
Çalma Listesi: Özge B. Calafato
Yararlanılan koleksiyonlar ve kayıt arşivleri:
Odeon Türkiye Taş Plak Arşivi @OdeonTürkiye
Kalan Müzik @kalanmusicofficial
Bülent Cingöz Plak Arşivi (Taş Plak - Nostalji) @bulcin58
Ahmet Karagözler KoleksiyonuCemal Ünlü Koleksiyonu - SALT Online @SALTonlineistanbul
Oriente Musik @orientemusik
Musiki Lugatı @MusikiLugatıarsiv
eskiplak @eskiplak
Alaturka - Alafranga: Erken Cumhuriyet Dönemi Taş Plak Arşivlerinde Kadın Vokal
Sinepoli:
Dört Belgesel Önerisi
Hollywood’un İlk Film Yıldızı Florence Lawrence Neden Unutuldu?
- ENZEL YILMAZ -
Günümüz sineması için Hollywood’un sahip olduğu güç tartışılmaz. Bu güç sadece stüdyolar, teknik ve finansal imkanlardan kaynaklanmıyor. Hollywood’un kendi yarattığı çok önemli bir etken daha var: “yıldız oyuncu” sistemi. Çağımızda Hollywood yıldızları bir devlet başkanı kadar saygın bir konumda desek abartılı bir söylemde bulunmuş olmayız. Peki bu büyük güce sahip Hollywood dünyasının ilk film yıldızı hakkında neler biliyoruz? Florence Lawrence ilk Hollywood yıldızı olmasına rağmen neden unutuldu? Kendisi son derece başarılı bir oyuncu, iş kadını ve mucitken trajedilerin peşini bırakmadığı bir hayat yaşayarak unutulup gitti. Hayatı, başarı basamaklarını teker teker çıkıp yuvarlanarak inen bir kadının öyküsü adeta.
Florence Annie Brigwood, 2 Ocak 1886’da Kanada’da dünyaya geldi. Annesi Charlotte Bridgwood, “Lotta Lawrence” sahne ismiyle tanınmış bir tiyatro oyuncusuydu. Annesi oyuncu olduğu için Florence’in çocukluğu turne yollarında, tiyatro sahnelerinde geçti. Hatta çocuk yaşta annesiyle birlikte “Baby Flo, The Child Wonder Whistler” adındaki gösteride ilk kez sahneye çıktı.
Florence, çocukluğundan beri içinde olduğu büyülü sahne dünyasında yer almak istiyordu. 1906 yılında sinema oyuncusu olmak için ilk adımını attı. Annesinin sahne soyadını kullanan Florence Lawrence, ilk olarak Edison Stüdyoları tarafından çekilen “Daniel Boone / Pioneer Days” adlı kısa filmde annesiyle birlikte rol aldı. Sonrasında, yine annesiyle birlikte Vitagraph Stüdyoları tarafından çekilen “The Shaughraun, an Irish Romance” adlı başka bir filmde başrol oynadı. Annesi bu filmden sonra sinema oyunculuğunu bırakarak tiyatro sahnelerine döndü. Florence içinse her şey daha yeni başlıyordu. O dönemde Vitagraph Stüdyoları’nın kurucu ortağı J. Stuart Blackton ve yönetmen Charles Kent ile birlikte çalışarak kırka yakın filme imza attılar.
1908 yılında yapım şirketlerinin dikkatini çekmeyi başaran Lawrence, başka stüdyolardan da teklif almaya başladı. Lawrence ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunan Biograph Stüdyoları’nın teklifini kabul etti ve onlarla çalışmaya başlayarak ciddi bir fırsat yakaladı. Yıldız olmaya adım adım ilerlemeye devam ettiğinden habersiz olan oyuncu, daha sonra sinemanın öncü isimlerinden biri olan ırkçı yönetmen D.W. Griffith ile çalıştı ve o yıl Griffith’in yönettiği altmış filmin neredeyse hepsinde yer aldı. Kleopatra, Cowgirl, Juliet ve daha birçok rolle seyircinin karşısına çıkan Lawrence onların da dikkatini çekmeyi başardı. Seyircilerin severek izlediği başarılı oyuncu ün kazanmaya başladıkça daha fazla haftalık ücret ve daha iyi koşullar talep ettiği bir konuma geldi.
Gelgelelim bu kadar dikkat çeken bir oyuncu olmasına rağmen hakkında hiçbir şey bilinmiyordu, adını dahi bilen yoktu. Ty Burr’ün “Gods Like Us: On Movie Stardom and Modern Fame” adlı kitabında da belirttiği üzere, sinemanın ilk on beş yılında filmlerde hiçbir oyuncu, yönetmen, yapımcı veya senaristin adı gösterilmiyordu. Seyirciler beyaz perdede görüp hayranı oldukları yüzlerin isimlerini bilmiyorlardı. İzlemeyi sevdikleri bu oyuncuların sırf isimlerini öğrenmek için bile film stüdyolarına sayısız mektuplar gönderiyorlardı. Ancak o dönemde sinema sektörünü kontrolü altına alan Edison Trust karteli, oyuncuların kimliklerinin ortaya çıkarılmasına hiçbir şekilde yanaşmıyordu. Trust, oyuncuların kimliği ortaya çıkarsa daha fazla para talep edebileceklerinden korkuyordu. Lawrence’ın 1909 yılındaki Biograph Stüdyoları’nda çekilen “Resurrection” filmi hakkında yazı kaleme alan eleştirmenlerden biri, “Hanımefendinin adını bilmiyoruz ama kesinlikle rolüne o kadar hakim ki bize tüm duygusunu geçiriyor” diyerek Lawrence hakkında övgüde bulundu. Düşünün ki eleştirmenler dahi oyuncuların ismini bilmiyordu.
O dönem Lawrence’ı seven hayranları ona “Biograph Girl” ismini taktı, bu isim Lawrence’ın kariyeri boyunca anıldığı ismi oldu. Kimliğinin gizli tutulduğu 1908–1909 yıllarında Biograph Stüdyoları’nda yüzden fazla filmde rol aldı. Bu süre zarfında aktör Harry Solter’le tanıştı,“The Girl and the Outlaw” adlı filmde birlikte rol aldıktan sonra aşk yaşadılar ve o yıl evlendiler. 1910’da başka stüdyolarla da iş görüşmesi yaptıkları için ne yazık ki ikisi de kovuldular. Biograph Stüdyoları ile yolları ayırdıktan sonra iş bulması elbette zor olmadı. Kısa bir süre sonra yapımcı Carl Laemmle tarafından kurulan Independent Motion Picture Company (IMP) adlı yeni film stüdyosundan teklif alan oyuncu IMP ile çalışmaya başladı.
Florence Lawrence ve Harry Solter Hollywood’un önde gelen yapım şirketlerinden Universal’ın kurucusu olan Laemmle, film sektörünün daha önce yararlanmadığı yıldız oyuncu gücünü fark etti ve bu gücü kendi lehine kullanmak istedi. Bu sebeple yeni başrol oyuncusu Lawrence’ı seyirciye tanıtmak için asparagas bir haber yaptırdı ve sansasyon yarattı. 1910 yılının Şubat ayında, bir gazetede “Biograph Girl”e bir tramvayın çarptığı ve kendisinin öldüğü haberini yayımlatarak bu yalan olayı halka duyurdu. Halk bu kurmaca habere aşırı üzüldü ve haber ülke genelinde büyük bir yankı uyandırdı. Laemmle, ardından bu haberi çürütmek için gazeteye reklam vererek rakip stüdyoları kendi kurmaca haberinden sorumlu tuttu. IMP reklamı olan “We Nail a Lie” şeklindeki başlıkla yayımlattığı yazıda çirkin bir yalanı ortaya çıkardığını, Lawrence’ın hayatta olduğunu, hatta bir sonraki filminde rol alacağını duyurdu.
Seyirciler bu kurmaca haber olayından sonra artık bu tanıdıkları yüzü ismen de biliyor oldukları için mutluydu. Laemmle, hayranlarına Lawrence’ın yaşadığını göstermek ve yaklaşan filmini tanıtmak için 25 Mart 1910'da St. Louis, Missouri’de halka açık bir gösterim yapacağını duyurdu. St. Louis Times Gazetesi, Lawrence’ın trenini bekleyen kalabalığın dönemin ABD Başkanı William Howard Taft’ın şehre son ziyaretindeki kalabalık kadar büyük olduğuna dair bir haber yaptı. Lawrence’ın yüzlerce hayranı, oyuncu trenden indiğinde gösterdikleri ilgiden dolayı neredeyse onu bayıltacaktı, hatta aşırı ilgili kalabalığın itişmeden dolayı Lawrence’ın elbisesini parçaladığı bile söylentiler arasında yer aldı. St. Louis Times’a konuşan oyuncu, bu kadar insanın onunla ilgilenmesine ve hayranı olmasına çok şaşırdığını, daha önce hiç canlı görmedikleri, sadece filmlerde gördükleri biri için bu kadar büyük bir kalabalığın toplanmış olmasının çok garip olduğunu söyledi. Lawrence farkında değildi ama tarihi bir ana tanıklık etmişti. O çılgınca kalabalığın ortasında, ilk Hollywood yıldızı doğmuştu. Lawrence, bir sinema filminde adıyla anılan ilk oyuncu oldu.
1910'da IMP ile yaklaşık elli film çekti. Ertesi yıl Lawrence, Lubin Yapım Şirketi bünyesinde çalışmaya başladı ve kocasını da yanına aldırdı. Ancak çift, bu şirkette de uzun süre kalmadı. 1912'de, New Jersey’de Victor Film Şirketi adıyla kendi film stüdyolarını kurdular. Böylece Lawrence, bir kadın tarafından yönetilen ilk ABD film şirketinin sahibi oldu. Victor Stüdyoları, Laemmle’ın sahip olduğu Universal Film Yapım Şirketi ile onların filmlerinin dağıtımını yapmak üzere anlaşma imzaladıktan sonra, daha fazla filmin yapımcılığı üstlendi. Aynı yıl Solter, Lawrence’ı terk ederek Avrupa’ya gitti. Lawrence, Solter’in dönmesi için defalarca mektup yazdıktan sonra 1912 yılının sonunda Solter döndü ve çift yeniden bir araya geldi. Bu sırada şirketleri film dağıtımı konusunda sorunlar yaşıyordu ve kar elde edemiyordu. Lawrence dağıtım işine kısa bir ara vererek pek başarılı olmayan filmlerin yapımcılığını üstlenme işine geri döndü. Victor Film Şirketi daha sonra Universal Film Yapım Şirketi tarafından satın alındı.
Lawrence, kendi film şirketini kurma girişiminde başarısız olduktan sonra oyunculuk kariyerine dönmek istedi. O sırada, Mary Pickford ve Charlie Chaplin gibi diğer sessiz film yıldızları Lawrence’ın şöhretini gölgelemeye başlamıştı. Lawrence tam da yeniden eski ününü yakalamaya çalışırken çok talihsiz bir kaza geçirdi ve 1915 yılında bir yangın sahnesi çekiminde ciddi şekilde yaralandı. Bu kaza kariyerini tamamen olumsuz etkiledi, aylarca acı çekerek istirahat etmek zorunda kaldı ve vücudunda kalıcı izler oluştu. Bu talihsiz kazadan sonra evliliği de sona erdi, 1916 yılında Lawrence ve Solter boşandılar. Daha sonra ikinci eşi olan otomobil satıcısı Charles B. Woodring ile evlendi.
Lawrence güzel olduğu kadar akıllı ve yetenekli bir iş kadınıydı. Yeteneklerini özgün bir tarza sahip Hollywood Cosmetics adında bir kozmetik mağazası açmak için kullandı. Bununla yetinmeyerek annesinin şirketi Bridgwood Manufacturing’in başkanlığını da üstlendi. Ayrıca annesi ve kendisi mucitti. Annesi 1917'de otomobil ön cam sileceğini icat etti ve bu icadının patentini alarak tescil ettirdi. Otomobil tutkunu olan Lawrence ise otomobil dönüş sinyali ve fren sinyali lambasını icat etti. Ancak Lawrence, icatlarının patentini almadı, hatta bu çalışmalarından herhangi bir maddi kazanç bile elde etmedi.
İlk film yıldızı maalesef şöhretin parlak ışıklarının ne kadar çabuk sönebileceğini deneyimleyen ilk ekran idolü oldu. 1921'de stüdyolara tekrar dönüş yapma girişiminde bulunsa da artık ismi bilinmeyen biriydi, tanınmıyordu, anonim rollerine geri dönmüştü. Psikolojik yaraları, çekim kazasından sonra geriye kalan yaralarından çok daha derinleşmişti. Photoplay Dergisi muhabiri Adela Rogers St. John, 1921'de eski püskü bir Hollywood otelinde Lawrence ile görüştükten sonra Lawrence’ın kaybetmenin ne demek olduğunu çok iyi bildiği gözlerinden bile anlaşıldığından bahsederek, onu görünce yaşadığı derin üzüntüyü dile getiren bir yazı yazdı.
Lawrence ne olursa olsun beyaz perdeye dönme hevesinden vazgeçmedi. Bunun için ne kadar çok çabalasa da bu çabasından istediği sonucu alamadı. 1927 yılında sesli filmlerin ortaya çıkması ile sinema tamamen değişmişti. Lawrence gibi sessiz film yüzleri ister istemez kaybolmuştu. Her şeye rağmen Lawrence başarısız da olsa oyunculuk kariyerini sürdürme konusunda ısrar etti. Ama bu ısrarı başladığı yere geri dönerek anonim bir şekilde beyaz perdede yer alması, hatta daha kötüye giderek bazı filmlerde figüran olarak rol almasıyla sonuçlandı. Lawrence’ın son rol aldığı projesi 1936 yılında “One Rainy Afternoon” adında bir romantik komedi filmi oldu, filmde çok küçük bir rolü vardı. Bu filmden sonra tedavisi olmayan bir kemik iliği hastalığına yakalandı ve hastalığı nedeniyle iyice depresif bir ruh haline girdi.
Kariyerinin kötüye gitmesi yetmiyormuş gibi özel hayatında da mutluluğu yakalayamadı. Kadir kıymet bilmez ikinci eşi onu başka bir kadın için terk etti. 1931 yılında ikinci eşinden ayrılırken duruşmada eşinin ayrılma nedenlerinden birinin kendisinin eskisi kadar güzel olmaması ve eşinin de kendisini güzel bulmaması olduğunu söyledi. Lawrence kazadan ve yaşadığı onca şeyden sonra kendisini beğenmiyordu. Lawrence’ın bir sonraki evliliği ise alkolik, işe yaramaz kocası tarafından istismara uğraması sebebiyle sadece beş ay sürdü.
İlk Hollywood yıldızının hayatının böyle bir üzücü sona sahip olacağını kim bilebilirdi ki? Hayatının son döneminde hiçbir şey yolunda gitmeyen Lawrence, 27 Aralık 1938’te öksürük şurubu ve karınca zehri karışımını içerek intihar etti. Evinde ölü bulunan Lawrence geride “Yoruldum. Umarım bu işe yarar.” şeklinde bir intihar notu bıraktı. Lawrence’ın naaşı Hollywood Forever Mezarlığı’na gömüldü. Cenaze masrafları Sinema ve Televizyon Fonu tarafından karşılandı. Adı çoktan unutulmuş olan Lawrence’ın izi sinema tarihine meraklı birkaç oyuncu tarafından bulundu ve 1991 yılında mezarına “İlk Film Yıldızı” yazılı bir anıt taşı yerleştirildi. İlk sinema yıldızı olan Florence Lawrence, namıdiğer “Biograph Girl”, kariyeri boyunca üç yüze yakın filmde oynadı ve bir ABD film stüdyosunu yöneten ilk kadın oldu. Aynı zamanda otomobiller için dönüş sinyalinin ve fren sinyali lambasının mucidi olarak kabul edildi.
Bu yazıyı değerli arkadaşım Gökçe Uygun'un desteğiyle yazma motivasyonu buldum. Bana yazmam için bir albüm önerdi ve işte buradayız. Morton Subotnick ile yazmaya başlamamı sağladığı ve yazabileceğimi gösterdiği için kendisine ayrıca teşekkür etmek isterim.
Büyük isimler beni hep korkutur. Belki de isimlerini kafamda büyütüyorumdur. Belki de taşıdıkları yük çok fazladır ve o yükün altından elle tutulur bir yorum yapamadan kalkamayacağımı düşündüğüm için korkuyor olabilirim. Bireysel kaygılarımı bir kenara bırakıp müzikten bahsetmek isterim.
Öncelikle "And The Butterflies Begin To Sing"i notasyona bakmadan ve hakkında bir inceleme okumadan dinledim. Bazı dokuları önyargı oluşmadan tartmaya çalışmanın verdiği bir zorluk kesinlikle var. Ama genel dinleyicinin anlayacağı bir dilden anlatmak istediğim için, bunu bir artı olarak değerlendirmeyi tercih ederim. İncelememi bitirdikten sonra yaptığım araştırmalarda ise bu eserin Max Ernst'ün The Hundred Headless Women romanından ilham aldığını ve hayali bir bale için yazılmış olduğunu okudum.
Birinci bölüm: Crime or Miracle hızlı bir biçimde başlayıp hemen konuya dalıyor. Dinleyiciyi oyalamayan hareketleri her zaman daha çok sevmişimdir. Burada iki elementten oluşan farklı melodik yapılar var. Biri hızlı arpejler ve o arpejlerin içerisinde oluşan o vurgulara münhasır melodiler. İkincisi ise yaylıların çaldığı, zaman zaman whole-tone dizisi gibi duyulan, zaman zaman lidyan modunda duyulan uzun zaman kaplayan melodi. Sonra ise başlangıca geri dönüp, yaylıların frigyan veya bir sentetik moddan oluşan melodisi giriyor. Belki de tamamen pitch set class üzerine kurulan transpozisyonlarından, varyasyonlarından, aynalamalarından (inversion) oluşan bir melodidir. Genel olarak ritmik nabzın (pulse) varoluşu ve onu bazen bozguna uğratan eslerin olmasını sevdim. Arpejlerin Beethoven-vari eksiltilip (dimnished) girip çıkması çok güzel işleyen bir nokta olmuş. Sanki çalışan bir motorun yerini tökezleyen bir motor almış gibi. I-bII-bVI-V-bIII-iii. Böyle bakınca aslında oktatonik dizi olduğunu tahmin ediyorum.
İkinci bölüm: Crime or Miracle: The Volcanic Blacksmith Canons İddialı unisonlarla başladı. Başlangıcı Messiaen'in Quartet for the End of Time’ındaki Dance of Wrath, for the seven trumpets bölümünü anımsattı. Tını olarak olmasa da yapı olarak benzettiğimi söyleyebilirim. Keskin offbeat vurguları Stravinsky'ye göz kırpar gibi. Neredeyse baştan sonra forte dinamiğinde girdi, sonda bir anda piano dinamiğine düşünce güzel bir kontrast oluşturdu ama kısa sürdü. Kısa sürmesinin sebebini tam merak ederken...
Üçüncü bölüm: Crime or Miracle: Crime or Miracle. Kişisel tercihim geriye dönmemek üzerine oluyor hep. Buraya kadar olan A - B - A formu bir yandan “iyi ki geri döndü” dedirtirken bir yandan da “olmasa da olurmuş” diye düşündüğüm bir bölümdü açıkçası.
Dördüncü bölüm: Crime or Miracle: The Beautiful Gardener. Bu bölüm kendi içerisinde iki bölümden oluşuyor diyebilirim sanırım. İlki kristalize arpejler ve yine yaylılara atanmış uzun melodilerden oluşan, ilk bölümü farklı bir dokuda yansıtan bir bölüm. Yavaşça arpejlerin kaybolduğunu duyuyoruz, bir anda geri gelip yalnız kalıyorlar. Arpejlerin söyleyeceği şeyler bitince, bölüm neredeyse bitmişçesine bir sessizlik, ve çello solo giriyor. Neredeyse bu bölümün bir "A"sı varmış ve "A"nın varyasyonlarını duyuyormuşuz gibi. Önce birlikte duyduk, sonra teker teker duyuyoruz. Gongların eşlik ettiği IV-V veya iii-bIII ile de bitiyor, ki bu da ilk bölümde sıklıkla duyduğumuz, üzerine vurgu yapılan bir aralık. Altı-beş mi yoksa majör üç-minör üç mü olduğu artık nereden bakılacağına bağlı.
Beşinci bölüm: Phantoms Dancing: Sometimes Naked. Daha önce duymadığımız ritmik sekanslar ile başlıyor. Dördüncü bölümde duyduğumuz solo çello, kendisinin bir yansıması olarak daha hızlı pasajlar çalan biçimde ritmik sekanslar eşliğinde geri dönüyor.
Altıncı bölüm: Phantoms Dancing: Sometimes Dressed in Thin Jets of Fire. Neredeyse transa geçirmek için yazılmış bir bölüm olarak görüyorum. Ritmik kararlılık ve sonlara doğru delay ile birbirine karışan yaylı ve perküsyonlar... Bir önceki bölümün devamı olarak yazıldığını da unutmamak lazım. Bu yüzden genel olarak daha nabız üzerine kurulu bir yapı var. Birbirini destekleyen arka arkaya gelen bölümler silsilesi. Ritmik sekans dizisi gibi. Delay'lerle veda ediyoruz.
Yedinci bölüm: Phantoms Dancing: They cause the geysers to spurt with the probability of the vanity of the dead. Bu bölüm de dans sekansının üçüncü bölümü. Yeni bir materyal yok gibi geliyor. Önceki materyallerin yavaşlatılmış versiyonu gibi. Arada giren piyano arpejini de önceden duymuştuk aslında. Dans sekansının son bölümü olmasından dolayı öncekiler kadar ritmik statis'e sahip değil fakat dinamikler hiç değişmiyor, bu da onu diğer dans bölümlerindeki statikliğe doğru götürüyor.
Sekizinci bölüm: And The Butterflies Begin To Sing. Yedinci bölümün statik dinamiklerinden sonra düşük bir başlangıç kesinlikle gerginliği rahatlatma hareketidir.
Dokuzuncu bölüm: Images will descend to the Ground The waves are bitter. İsminde de olduğu gibi "descending" yani aşağı doğru hareket eden motiflerden oluşuyor çoğunlukla. Sürekli inici, indiği yerde ısrarcı bir biçimde kalan, neredeyse sadece inmek için çıkan diyebiliriz kısacası ve...
Onuncu bölüm'e bağlandık: Images will descend to the Ground: Truth will remain simple, and gigantic wheels will ride the bitter waves. Ritmik ısrar ve belirli notalarla kalma hali burada da devam ediyor. Bu bölümün güzel tezatlığı ise, kardeşi dokuz gibi aşağı inen değil, yukarı tırmanan arpejlerle bitmesi oldu.
Ufak bir es ile Onbirinci bölümdeyiz: And images will descend to the ground. Bunu ayrı bir bölüm gibi değil, dokuz ve on'un yansımaları olarak değerlendirmek isterim. İkisinden de parçalar taşıdığını, hatta kolajları olduğunu düşünüyorum. Genel olarak birkaç malzeme ile bu kadar varyasyon ortaya çıkması beni çok etkiledi. Bölümler arası tutarlılığın yumuşak geçişlerle sağlandığını gözlemledim.
Sözlük
Arpej: Akor notalarının aynı anda değil, arka arkaya, sekans halinde gelmesi.
Motif: En küçük müzikal fikir birimi.
Sentetik Mod: Diyatonik diziden elde edilemeyen, farklı alterasyon içeren müzikal mod.
Piano: Bir müzik eserindeki notaların arasındaki dinamik yoğunluğun düşük olduğunu belirtir. (pianissimo - piano - mezzopiano - mezzoforte - forte - fortissimo olarak gösterirsek, piyano düşük, forte yüksek)
Delay: Bir ses kaynağının, zaman içerisinde gecikmeye uğraması.
Pulse: Belirli aralıklarla, kararlı bir biçimde tekrarlayan ritmik yapı.
Morton Subotnick'in And The Butterflies Begin To Sing’i üzerine
- ZEYNEP OKTAR -
Sinemayı
Geleceğe Aktarma Sorumluluğu Üzerine Birkaç Not
- MERVE KAVAS -
Sinema, içinde yaşadığımız gerçekliği ve bu gerçekliği nasıl yorumladığımızı görsel olarak aktarabildiği için, ortaya çıktığı 19. yüzyıldan bugüne hâlâ büyüsünü koruyan bir sanat ve kültürel mirasın büyük bir parçası. Dolayısıyla diğer tüm sanat alanlarında olduğu gibi sinema eserlerinin arşivlenmesinde de bugünü ve dünü geleceğe aktarma sorumluluğu oldukça yüksek. Ancak sürekli gelişen ve değişen teknolojiyle birlikte, eski filmleri korumak ve önce günümüze ardından da geleceğe aktarabilmek oldukça zorlu ve pahalı bir yolculuk. 1930’lu yıllara kadar süren sessiz film döneminde tüm dünyada üretilen filmlerin yaklaşık %70’inin yok olduğu tahmin ediliyor. Bu kayıpların en büyük sebepleri ise film arşivlerinde gerçekleşen büyük yangınlar, yapımcı şirketler tarafından saklanacak kadar değerli görülmemeleri sonucu yok edilmeleri, doğru şekilde korunmamaları ve arşivlenmemeleri sebebiyle zarar görerek kullanılamaz hale gelmeleri.
Thomas Edison’un kamerayı icat ettiği 1888 yılından 1950’li yılların başına kadar filmler nitrat (nitroselüloz) tabanlı makaralara kaydediliyordu. Bu filmler doğru şartlarda korunmazsa oldukça yanıcı bir hale geldiği için fazla sayıda sinema salonu ve film deposu yangınına sebep olmuş, 50’lerin başında yerini selüloz asetata (Türkiye için 60’lar), 90’larda da polyester filmlere bırakmıştır.
Nitrat filmlerin kimyasal yapısı nedeniyle, siyah-beyaz kontrastı oldukça yüksek, ışıl ışıl bir sinema deneyimi sağladığı ve alışkın olduğumuz film deneyimleriyle karşılaştırıldığında aralarında, bir orkestrayı kayıttan dinlemekle canlı dinlemek ya da bir resmin orjinaliyle basit bir reprodüksiyonunu görmek arasındaki kadar etkileyici bir fark olduğu söyleniyor. Özellikle sinemacı, sinema tarihçisi, arşivist ve sinefiller için eşsiz olan bu filmleri, tehlikeli kimyaları yüzünden özel olarak inşa edilen kasalar ya da ayrı bir binada saklamak gerekiyor çünkü bir kere yanmaya başladığında oksijen ürettiği için söndürülmesi çok zor. Kendi haline bırakıldığında nem, ısı, ışık, toz ve mantardan etkilenen nitrat film tehlikeli olmasının yanı sıra zarar görüyor ve kendi kendini yok ederek toza dönüşebiliyor. Restore edilip, kopyalanmazlarsa bu filmlerin gelecekte izlenmesini zorlaştıracak başka bir nokta da bu filmlere uygun projektörlerin artık üretilmemesi ve şu an var olan projektörlerin 5-10 yıl kadar kısa bir süre sonra muhtemelen kullanılamayacak duruma gelecek olması. Selüloit bir filmin dijital ortama aktarılması ise her bir film karesinin taranarak kopyalanmasının ardından karelerin teker teker restore edilmesiyle gerçekleşiyor.
1950’lerde geçilen asetat filmlerde ise nitrat filmin bu dezavantajlardan kurtulunmuş ama yine nem ve ısıdan etkilenen asetat filmlerde ‘sirke sendromu’ denen bir durum oluşabildiği için görüntülerin kısmen ya da tamamen kaybolma ihtimali var. Bu sendrom asetat film tabanının kimyasal yapısının asit oranının artması sonucu sirkeye benzer bir koku oluşturması ve filmde görülen çeşitli deformasyonlarla gerçekleşiyor ve çoğu zaman geri dönülemez bozulmalara sebep oluyor. Yaşanan bu durum maalesef çok geç fark edilmiş ve fark edilene kadar çok sayıda film zarar görmüş. Dünya film arşivlerinde yer alan filmlerin çoğunluğunu asetat filmler oluşturuyor.
Bugün filmlerini analog çekmeyi tercih eden yönetmenlerin kullandığı şimdiye kadarki en dayanıklı film olan polyester film ise 60’lı yıllarda film sektöründe kullanılmaya başlamasına rağmen, oldukça dirençli bir malzeme olduğu için uzun süre kamera ve yıkama makinelerinde kolaylıkla kullanılamamış ve 90’lara kadar yaygınlaşmamış. Polyester film doğru nem ve ısı şartlarında saklanırsa 500 yıl belki daha fazla dayanabilecek.
Dijital filme geldiğimizdeyse farklı görüşlerle karşılaşıyoruz. 21. yüzyılın en yaygın film üretme formatı olan dijital filmlerin korunması ve arşivlenmesi ile film üzerine kaydedilmiş önceki formatları dijital ortama aktararak geleceğe taşımak şu an için avantajlı gözükse de dezavantajları büyük oranda gelecek jenerasyonlar tarafından yaşanacak gibi. Dijital dosyalar teknolojinin ilerleme hızıyla orantılı hızda değişen donanım sistemlerinin birinden diğerine sürekli göç etmek durumunda. UCLA Film & Televizyon Arşivi Direktörü, Jan-Christopher Horak ‘Son 20 yılda yaklaşık 30 farklı dijital format değişikliği oldu ve bu formatların hiçbiri bir öncekiyle uyumlu değil.’ diyor. Dijital kopyaların veri kaybı yaşanmadan korunması bu durumda hem çok daha fazla emek istiyor hem de analogdan 10 kat daha masraflı bir işlem. Film milyarlarca renk taşıyabilirken dijitalde bu sayı yaklaşık 16 milyona düşüyor; milyarlarca renk tonu insan gözü tarafından algılanamasa da daha yumuşak renk geçişlerine fırsat veriyor.
Bazı film enstitüleri ve kurumları filmleri dijital formatta saklamayı uygun görse de Martin Scorsese’nin 1990’da kurduğu The Film Foundation’ın yöneticisi Margaret Bodde gibi hangi formatta üretilmiş olursa olsun, restore edildikten sonra filme aktarılıp saklanması gerektiğini savunanlar da var.
1938’de dünya sinema mirasını korumak amacıyla kurulan FIAF (Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu) 4 üye kuruluşla yola çıkmışken – Reichsfilmarchiv, Museum of Modern Arts (MoMA), British Film Institute National Film Archive ve Cinémathéque Française – bugün 80 ülkeden 172 kar amacı gütmeyen kuruluştan oluşuyor. Türkiye de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema TV Merkezi ile bu üyelerin arasında. Tehlikede çok fazla film olsa da her geçen gün daha fazla insan ve kuruluş sinemanın korunması ve geleceğe aktarılması gereken çok değerli toplumsal bir bellek olduğunu düşündüğü için şanslıyız; ardımızdan gelecekler de umarım bizim kadar şanslı olabilirler.
- "Sinematografik Mirasın Korunması Ve Film Restorasyonu" (Yüksek Lisans Tezi) - Beyza Altunç / Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Aralık 2016
- “Is it time to bring back the projectionist?” - Robbie Collin / The Telegraph
- “Fetishizing Celluloid is Bad for Film Preservation” - Meg Shields / Film School Rejects
- “Lost Forever: The Art of Film Preservation” / Gravitas Docufilms
Merhabalar demek isterim siz okuyucularımıza. Bu köşede bazen temamızla ilgili, bazen de temamızdan bağımsız içerikler göreceksiniz. Ayrıca şunu da belirteyim ki her sayımızda ürettiğim içeriğin formu yazı olmayacak. Bazen burada bir çocuğun çektiği (yaşım 11) videolar da göreceksiniz.
Arşiv temalı bu sayıda size bir yazı içeriği sunuyorum. Sizlere bir soru sorayım: Arşiv kelimesi aklınıza ne getiriyor? (Lütfen yazının geri kalanını okumadan önce bunu düşünün...) Bir dijital yerli olan benim aklıma ne mi geliyor? Sıra sıra kitaplar dizili bir kitaplık ilk gelen şey. Sanırım bunun sebebi kitap okumayı çok sevmem. Ama ikinci olarak aklıma gelen muhtemelen her dijital yerlinin aklına gelenle aynı: Beyaz bir ekranın üzerindeki mavi pusula yani Safari.
Tabii bu cevap her dijital yerliden (1) ufak farklılıklarla gelir. Kimisi der ki “Google” kimisi der ki “Explorer”. Ama işin özü aynıdır: Biz dijital yerlilerin aklına ‘arşiv’ denince bir online aratma platformu gelir. Bunun sebebi hem bu platformların içlerindeki Wikipedia, Wookipedia (Star Wars fanları içindir, orada sadece Star Wars hakkında bilgi bulabilirsiniz) Pottermore (bu da Harry Potter fanları için bir sitedir) gibi sitelerin birer arşiv olması, hem de arama motorlarının milyarlarca bilgiyi ve kendilerinden daha küçük milyonlarca arşivi içlerine almış birer arşiv olmasıdır. Mesela çok sevdiğiniz bir oyuncuyu düşünün. Ben burada örneklemek için Harrison Ford’u kullanacağım. Bir arama motoruna Harrison Ford yazıp çıkan alt başlıklara tıklayarak onun ailesine, ödüllerine, filmlerine, IMDb puanlarına, hakkındaki Ekşi Sözlük yorumlarına, yani neredeyse hakkında her şeye ulaşabilirsiniz. Şimdi bir de şöyle düşünün: Seksenlerin sonu Indiana Jones - Son Macera’yı izlediniz ve filmin başrol oyuncusu gerçekte kim meraktasınız. Öncelikle eğer adını bilmiyorsanız şimdiki gibi Indiana Jones diye aratıp ‘Canlandıran’ hanesinden Harrison Ford’un adına ulaşamazsınız. Tek çareniz filmin afişleridir. Oyuncunun ismini buldunuz, ‘Filmler ve TV şovları’ hanesine tıklayarak projelerini göremezsiniz. “Harrison Ford interview” (söyleşi/röportaj) diye aratarak verdiği söyleşi/röportajlara ulaşamazsınız. E o zaman nasıl öğreneceksiniz: Biyografisini bulmak için günlerce çırpınarak. Başka bir örnek verelim: X kişisinin X parçasını çok ünlü bir X kişisinden dinlemek istiyorsunuz. O dönemde böyle bir isteğe nasıl ulaşırsınız? Ancak yıldızlar dizilir de o kişinin bestelediği o parçayı istediğiniz kişinin çaldığı konsere giderek. Şimdiyse arama motorunda aratarak kolaylıkla istediğiniz o parçaya ulaşabilirsiniz.
Umuyorum ki "dijital göçebeler" bu yazıdan sonra neden ‘arşiv’ denilince biz "dijital yerliler"in aklına ilk gelen şeyin arama motorları olduğunu anlamıştır.
Şimdilik aklımdakiler bitti, sonraki sayıda görüşürüz.
1 Prensky tarafından dijital çağın içine doğmuş ve dijital dili ana dili gibi konuşan nesli nitelemek için kullanılan kavram. Bkz. https://web.archive.org/web/20151222115718/http://www.ilipg.org/sites/ilipg.org/files/documents/2013/08/dijital-yerliler-dijital-g%C3%B6%C3%A7menler-i.pdf
"Bence Arşiv..."
- BY BAY R. -
Baba Ocağı
- BÜŞRA KÜÇÜK -
“ben açıkçası seni yanımda hep siyah bir huy gibi taşıdım”
Seyyidhan Kömürcü
Numune hastanesinin alt bahçesindeki ağaçlı kantinde az kaşarlı tost kemiriyordum. Yapmakta bulunduğum eyleme yemek denemez, tostu bir fare gibi dışardan içe doğru, küçük ısırıklarla buz gibi oluncaya dek dişlerimin arasında geveliyordum. Karton bardaktaki demli çayı hızla tükettiğimden tost boğazımdan geçemeyecek kadar sertleşiyordu. Sanki çiğnemek yerine büyütüyordum. Yemek yerine vakit öldürüyordum.
Camekanla kapatılmış iç bölüm ne kadar basık ve ağır kokuyorsa, bahçe kısmı o kadar ferah ve serindi. Orada otururken sıcak ağustos rüzgarı bile etkisini kaybediyordu. Ama birkaç gündür, içimdeki sıkıntıdan olacak, oturdukça terliyor, terledikçe bunalıyordum. Bir hastane odasında refakatçi olarak 25 gün geçirdikten sonra, gün içinde vakti öldürmenin bir yolunu bulamazsam vakit beni öldürecekmiş gibime geliyordu.
Babamın ciğerlerinde çıkan hastalık mesela, onu öldürüyordu. Ölüm bir sonuç değil de süreç olarak yaşanıyordu. Bu süreçte ben, bir görevli gibi, bir gardiyan gibi, bazen bir anne gibi onun yanındaydım. Bir evlat gibi hiçbir zaman olmadım ki şimdi olacaktım. Görevime mola verdiğim zamanlarda geçmişi düşünerek onun için bir evlat olup olmadığımı tekrar tekrar gözden geçiriyordum. Ancak bulduğum kırıntılarla karnımı doyuramıyordum. Babamı kaybetmekten çok hiç bulamadığıma içerliyordum. Olmayan bir babanın ölüm döşeğine yatması insanı öfkelendiriyor. Çünkü ben bildim bileli biz ailecek zaten ölüyorduk. Yok anneler, yok babalar diyarında yok çocuklar olarak yokluğu avuç avuç yiyorduk.
Çocukluk; sürekli kavga eden anne babanın yan odasında uykuya dalmaya çalışmakla, güne yorgun uyanmakla geçmişti. Canım sıkıldığında Melek’in ailesinin çocuğu olduğumu hayal ederdim. Kemal amcanın her akşam elinde çikolatalarla eve geldiği, Saime teyzenin şen kahkahalarla bize muzlu süt ikram ettiği, orada sadece suluboya resimler çizip aferinler aldığım harikulade bir hayat... Bizim evdeyse tüm koridorlar çıkmaz, tüm odalar riyakardı. Suluboyalarım duvarlara asılmak yerine sobayı tutuşturmak için kullanılırdı. Buna rağmen baba ocağı içimi ısıtmak yerine soğuturdu. Soğuyan içim yüzünden üşürdüm, hasta olurdum.
Babamın biz çocuklarına iyice bellettiği tek şey öfkeyle kalkıp zararla oturmaktı. Öyle geniş, öyle sonsuz bir öfkesi vardı ki, tüm kötülükleri kapsayacak sanırdınız. Öfkesini kükreyerek ifade etmeyi severdi, korkudan koltuğun arkasına saklanırdınız. Hayat onun için iyi gitmiyordu bu belliydi, varlığımızdan memnun olmadığı da anlaşılıyordu. Zaten çoğunlukla yokmuşuz gibi davranıyordu. Hani bazı insanlar vardır, soru soramazsınız. Bir soru dilinizin altında dolanır, dolanır, bir yılan gibi sizi boğar, sizi sokar da çıkıp hedefine varacak cesareti bulamaz ya; sorunuzla muhatap olunmayacağını bilirsiniz. Sorunuz ya sinir, ya da kayıtsızlık yaratacaktır. İşte babam sorulara, sorunlara ve olanlara kendini kapatmış biriydi. İçeri alsın diye kapısını tıklatacak olsanız ruhunuzu yakan alev toplarıyla karşılanırdınız.
Büyüyünce ben de neye öfkelensem sonunda zararıma olacak kadar öfkelendim. Öfkem dalgalar gibi kabarıp, fırtınalar gibi yıkıp, yanardağlar gibi patladı. Bu şiddetten genelde ben dahil kimse sağ çıkamadı. En yakın arkadaşım Jale’yi yayınevinin yılsonu yemeğinde benle değil diğer kızlarla gülüp eğlenirken görmek ortamı terk etmeme, onu sarhoş haliyle masada bırakıp eve dönmeme yetiyordu mesela. “İlkelsin sen!” demişti o gecenin ertesinde Jale, “Medeniyet nedir bilmiyorsun. İnsan biraz duygularını kontrol eder! Aklına estiği gibi davranmaz.”
Haklıydı. Yorucuydum, kimilerine göre ilkel. Sınırları zorlayandım, bir yükselip bir alçalandım. Medeniyet nedir bilmiyordum, bu da doğruydu, orman şartlarında yetiştiğimi anlatsam anlayacak mıydı ki? Derdimi tıpkı vahşi bir hayvan gibi tırnak geçirerek belli etmeye çalışıyordum. Böyle olunca da intikam marşları hep benim için çalıyordu.
Yıllar sonra babamla bir hastane odasında vakit geçirmeye çalışmak zordu, geçmişi didiklemekten yorulmuştum. Ben de çare olarak geceleri iki gibi kendimi dışarı atıp hastanenin yakınındaki tekelden aldığım biraları gizlice bahçeye sokmayı, denize bakan dev ağaçların olduğu kısımda yarım saat içinde mideme bir güzel indirip odaya dönmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Ne yapayım, onun yanında durdukça içime beni boğacak miktarda ölü toprağı serpiliyordu. Hayat enerjimin hepsi sanki ben büzüş büzüş, şekilsiz bir nesneye dönüşünceye dek emiliyordu. Babam hasta halinde bile benden arta kalan posayla gönlünü eğliyordu. Zaten bildim bileli beni değil, benim kendisi tarafından hizaya getirilmiş olma ihtimalimi seviyordu. Bakışlarında şefkat değil alacaklılık görüyordum. Benden ne istediğini, ona neyi borçlu olduğumu bu yaşımda bile tam olarak anlayamıyordum. Varlığımı onun ulvi varlığına adamak dahi yetmeyecekti ona, biliyordum. Sanki kendi yaşanmamış gençliğini istiyordu benden, bende de olmayanı. Alamadıkça öfkeyle karışık bir hayal kırıklığı yaşıyordu.
Orada günlerce kuru tostlar ve ilaç kokuları eşliğinde, yaşanamayanların tüm kiri, pası bedenime işlemişçesine hantal, bulanık, cansız... Durdum. İyi ayrılma ihtimaline tutunarak... Oysa onunla konuşma girişimlerim her zamanki gibi başarısızlığa uğruyordu. Azıcık geçmişe gitsek hemen zırhını kuşanıp ordusuyla hunharca saldırıyordu.
“Baba” dedim bir gün, “biz hiç olmasak mesela, daha mutlu bir hayat yaşar mıydın?”
Anlamsız anlamsız yüzüme baktı.
“Senin sorunun” dedi, “hayatta beni hep fazla ciddiye almak. Bak kardeşlerin umursamıyor, sen aptal gibi benle didişip duruyorsun hala.”
Sinirlerim tepeme çıktı. Sustum. Yokluğuma kaldığım yerden devam etmeyi onunla gereksiz hesaplaşmalara girmeye yeğledim. “Kardeşlerim nerede peki şu an, bir düşün bakalım! Niye benden başka kimse yok yanında be adam!” diyesim geliyordu da, alışık olduğum suskunluk daha huzurlu geldiğinden hiç sataşmıyordum.
Kendinden başka kimseyi görmeyen adam ölürken demek daha da acımasız oluyordu. Hatırlıyorum, ergenliğin sıcak bir yaz akşamında arkadaşlarımla içtiğim votkayı üstüne kustuğumda yarattığı tablodan nefret etmek için geçerli bir nedeni ilk kez ona hediye ettiğimden mutlu bile olmuştu. Yaşanmamış ergenliğini yüzüme indirdiği tokatta hissetmiştim. Ancak varlığının heyecanı birileri tarafından umarsızca söndürülmüş biri böyle gaddar olabilirdi. Ancak hiç yaşamamış biri, birinin elinden gençliğini almak isteyebilirdi.
O beşinci kattaki iki odalı evin kasveti öyle derin, mutsuzluğu öyle keskindi ki orada yaşanan eksikliği ailenin küçük bir beceriksizliği görüp geçiştirmek mümkün değildi. Geçmiş, yoksulluğu biz çocukların ruhlarına karanlık bir oda olarak işaretlemişti, oradan çıkmak için yumrukladığımız duvarlar elimizi, kolumuzu, kalbimizi kırsa da ses edemezdik. Hem göz yumulan bir yoksulluğun içindeki çocuklardık biz, tesisatçı babamızın onaramadığı şeyi elin oğlu nasıl onarsındı. Sevgiden yoksul, hayattan yoksul.
Babam ölürken de yaşatmıyordu. Oysa ölen biri hayatı artık hayattakilere bırakmalı. Hayata yargı dağıtarak tutunuyordu. Bahçede içtiğim biralar güvenliğin dikkatini çekip de odaya beni uyarmaya geldiğinde “Kusura bakmayın siz, ben onun cezasını veririm.” demişti adama. Ağzım açık kalmıştı. Beni hala lisede tokatladığı ergen sanıyordu. Kendini de baba değil Allah. Adam odadan çıktığı gibi döndü bana; “Sen ne biçim insansın, hiç utanman yok mu senin? Defol git beni rezil etme!” dedi.
Çocukken eve her gelişinde inatla oyun oynamayı teklif etmekten ne farkı vardı burada inatla beklemenin? Aramızdaki bağın yamanır yeri mi kalmıştı?
Aniden kalktım, birkaç parça eşyamı ve evden onun için getirdiğim katı meyve sıkacağını bez çantama tepiştirip odayı terk ettim.
Son sözünü duymaya tahammül edemedim.